Sayfalar

2/07/2012

Ne Garip

hayat oldukça garip bişi...
hatta onun garipliğine-acayipliğine aklım ermiyor desem, yeridir.
bazen, istiyorum ki, birşey olsun, bir mekanizma, saçma sapan konulara takıldığında beyin, gereğinden fazla düşünmeye başladığında bir konu üzerinde, o nöronlara "dur" desin!
"dur! daha fazla düşünürsen, meme yapacak kafan, saçmalayacaksın, acıtacak, sonra pişman olacaksın! dur! düşünme! düşünürsen, rahat uyuyamayacaksın!"
böyle, sakin sularda yüzer gibi, dinlenir gibi yaşasak? hani yazın sakin denizde, sırtüstü suya uzanıp, güneş ışınları altında ısınarak, su nereye götürürse oraya doğru süzülerek... karar vermek gereken, düşünüp de yapmak gereken tek şey,
"hımmm azıcık da dalıp şu ışıkları izleyeyim" demek ve hüzmelerin keyfini çıkarmak olsa?
akşama, ılık duş alıp, serin serin uyusak... takmadan, takılmadan, yormadan, yorulmadan... dert edinmeden... sakin ve sessiz... mutlu ve huzurlu? olmaz mı?
insan, kurcalamamalı bazı şeyleri, görmezden gelmeli, hissetmemeli, bilmemeli, duymamalı... bildiğin taş olmalı...
mı?
bilemiyorum ki!

Normal Evrim

konu astronomiden açılmıştı ve big bang teorisi ile ilgili bişiler konuşurken, "evrenin yaratılması" kelimesinin bir "bilim adamı" tarafından yazılmış bir kitapta yer almasının neden rahatsızlık verdiğini anlatmaya çalışırken bir arkadaşıma, pek haklı olarak söylediği bazı şeyler karşısında tutukluk yaşayarak ama aynı zamanda da şaşırarak, ama herşeyin faydacılıkla uygun karşılanabilmesi karşısında içim karışarak ve ne anlatmak istediğini anlayarak, fakat anlatmaya çalıştığı şeyin kendimde işe yaramadığını bilerek, kekeledim durdum karşısında aslında.
" belki yaşadıklarımız bizi böyle şekillendirdi: sen böyle düşünerek başediyorsun hayatla yaşadıklarından dolayı ve belki de ben de fazla hassas davranıyorum ".
çünkü konuşarak, olduğumuz şeyi değiştiremeyeceğimiz aşikardı.
%95 in yapmadığı şeye hastalık dendiğini öğrendim. kalbim kırıldı, hayallerim yıkıldı, her ne kadar bu sözün bana bilgelikle bir şey anlatmak için söylenmiş olduğunu bilsem de...
normallik, istatistiksel bir durum bence. ve herkesin, normal sayılabilecek ve sayılamayacak bir takım özellikleri vardır. çünkü herkes, belli bir oranda sosyalleşebilmesini, o "normal" sınırlar içindeki niteliklerine borçluyken, "normal olmayan" sınırlar içindeki bir takım özellikleri ile de özel olan kendilerini var ederler.
yine de, bir insanın bütünü, normallerden fark gösterebilir tabii ki... ama normal olmayan hasta mıdır yani?
%95, insan öldürmez evet, tecavüz etmez evet... ama etrafıma baktığımda, %95'in, %5 içinde kalan bazı insanlara göre çok daha büyük şiddet eğilimleri içinde olduklarını söyleyebilirim. İnsan öldüren ve tecavüz edene suskunlukları bile büyük kanıttır buna...
%95 in, nietzsche nin söylediği gibi, bir takım erdemlere sığınarak rahat uyku uyuması, çok rahatlatıcı bir şey. diğer yandan, gerçekten de, "erdem" li olan "etik" kuralları üretme ihtiyacı duyan insan, gerçekte "erdem" olarak tanımladığı niteliklere sahip olamadığından, %95'in içinde, %5 ten daha fazla insan öldürme güdüsü taşıdığını söyleyebilirim, rastgele koşullar altında.
peki, herkesin olan biten olaylar karşısında, bu kadar donuk kalması ve üstüne alınmadan, sadece şikayet etmesi "para yok, yol yok, şuna bela, buna bela, onun rengi başka, bunun kıçı orda, bu burda yaşamasın" diye, ve birbirine kan kusturuncaya kadar kinlenmesi-küfretmesi? bu da %95 davranışı değil mi? %95, tanımadığı bir adamla evlenmek zorunda kalıp, kendisini öldüresiye döven erkekle yaşarken, boynuna geçirdiği ipi çekmekten çocukları yüzünden vazgeçen 20li yaşlarındaki kadının ailesinin davranışına tepki vermeyen ve rahat uyuyabilen erdemli normaller mi?
gerçekten, bazı şeyler önemli geliyor. anlatmaya çalışılan şey, milyon tane sözcükten, haydi diyelim 3 tane eş anlamlılar içinden tirilyon tane kombinasyonla anlatılabilecekken, neden tam da o anda, tam da o sözcüklerle ifade buluyor ve bunun hiç önemi yok mu? ve bunun üzerinde durmak %95 in yapmayacağı bir şey mi?
düşündüm sonra... (daha çok düşünmek, herşeyi biraz toprlayacağına, daha da dağıtıyor. belki de sorun budur; düşünmeyi bilememek... belki de hipopotam fln yoktur kafamda, düşünmeyi bilmeyen beyin yüzünden oluyordur bütün bunlar! felsefe dersi mi alsam? )
normallik?
herkes "ben bu dünyadan değilim galiba" derken, hayatının en azından belli bir zamanında, normallik herkesin en az bir kere bunu dile getirmiş olmasında değil mi?
zaten, kimse bu dünyaya ait değilse, bu dünyaya ait olan ne/kim peki?
insan, evrimleşen beyni ile icad ettiği oyuncaklarla oynarken, öncelikle sosyal ve politik, sonra teknolojik ve dahası düşünsel evrimi ile kendi kendini fiziksel ve manevi olarak dünyanın doğal halinden uzaklaştırdığından, diyorum, bu yaşadığımız dünyanın içinde kendimizi bu dünyadan hissetmiyor olmamız. belki de o kadar yabancılaşıyoruz ki yaşarken, hali hazırda yaşadığımız çağ içinde doğal olanın da bu olduğunu gözden kaçırıyoruz. ve hepimiz tam da bu dünyaya aitken, %95+%5 = %100 ümüz, bazen, bazılarımız daha sık, ama hepimiz bu sözü anıyoruz:
"ben bu dünyadan değilim galiba"...
hatta belki de en çok, en doğal halimizdeyken, yani "beşiktaşlıyım, fenerliyim, istanbulluyum, izmir daha güzel, indie rock daha tatlı, hayır old school kafasındayım ben,nokia daha iyi, yooo bb daha kullanışlı,  hayır benimki daha büyük, olamaz benimki daha güzel" demediğimiz zamanlarda... yani belki de, diyorum, bir yere ve bir şeylere ait hissetmediğimiz zamanlarda, tam da bütün o sosyal-politik-teknolojik-düşünsel anlamda evrimleşmiş olarak bir şeylerin etkisi altında kalmadığımızda... dönüp gerçekten içimizde ne olup bittiğini izlemenin mümkün olduğu, o nadir anlarda...
sonra, bi daha düşününce, aslında böyle ilerlemesi herşeyin, insanın evriminin de ne kadar doğal olduğunu gösteriyor: herşeyin sorumlusu entropi! eğer herşeyin doğal devinimi entropikse, neden insanın evrimi de öyle olmasın? bu, durumda aslında insan, en doğal ortamında yaşıyor şu anda...

Kadın VS Adam - Kadının Gözünden

kadın adamı gördü, adam da kadını...

kadın adamın gözlerinden yayılan hüznü gördü, yüzündeki hareyi ve saçlarındaki beyazlara baktı... kokusunu çekti içine...

adamın insan olduğunu unutmadı kadın: tanrısal beklentileri yoktu. zaten adamüstüydü belli bir oranda.

adam kadının göğüslerini gördü önce, boynuna ve dudaklarına takıldı gözü sonra...

adam kadından, kadınüstü şeyler bekledi ama kadın, kadınüstüydü zaten belli bir oranda, fazlasına tırmanmayı da zaten kendi istemişti.

kadın, adamdan, adamüstü şeyler beklemedi...sadece "olabildiğinde kendimiz olabilir miyiz?" dedi.

"beraber tırmansak biraz, nefeslerimizin yettiği kadar, gidebildiğimiz yerden manzaranın tadını çıkaralım, ister misin" dedi kadın.

adamın kafasında bir sürü şey vardı: normal bir adam değildi belli ki, ama, "normlarından" da vezgeçemezdi.

sormadı bile "planın ne?".

"hayır" dedi adam, "istemem".

"tamam o zaman" dedi kadın. "belki buralarda takılabiliriz biraz".

"olur" dedi adam...

adam istedi ki, kadın onun bir sonraki hedefine gitmesi için birşeyler yapabilsin ve bu arada onu sıcak tutsun, hoş eylesin.

kadın durdu ve düşündü...

kadın, tekrar kendine döndü...

 

 

 

 

Hangi Kadın?

uzuuundur kadın olma- kadın hissetme ve kadın görünme konusunda kafamda bir takım karmaşalar var... taaaa ilk posttnan beri:

hipopotamların bazıları, pijama terlik modunda geziyorlar, bazıları süslenmiş püslenmiş alışverişe çıkıyorlar, bir tanesi var; deri tek parça fermuarlı seksi bir tulum giymiş, diğeri converselerimden ve babetlerimden hayatta vazgeçmem diyor, diğeri fransız kılıklı; çıtı pıtı puanlı-çiçek desenli elbiseler içinde tiril tiril ve tabii ki bir de şapkacığı var... allahtan hiç biri öyle rüküşlük abidesi diil :)

kardeşim, tarzım hakkında bi kaç şey söyledi bugün, düşündüm... aklıma bu hipocanlar geldi:

az ama yine de, çok çeşitli... hangisi, hangisi diye bakıyorum onlara... sanırım converse ve babetli olan... kalem, hafif allık, tşirt ve kotu ile en sevimli ve rahat olanı... evet, işte o!

 

İnorganik Çözümler - Aşk Çöz

(Reklam Filmi)
Nediz Hun - Nnalan, beni, güzel günlerimizi ne çabuk unuttun?
Türkan Şoray - Ah Kemal, üç günde unuttum vallahi, hem de çok kolay!
Nediz Hun - Alçak! Bu kadar kolay olmamalıydı!
Türkan Şoray - Vallahi, hem de çok kolay oldu! Geçen gün Şeyma ile Eczaneden geçiyorduk, "Aşk Çöz" reklamını gördük. Hemen girdik aldık çözdürücüden, pek iyi geldi...
Nediz Hun - Deme yav! Neymiş bu böyle?
Türkan Şoray - Üç günde sana duyduğum bütün aşk, sevgi, özlem, hepsi uçtu gitti...
Anlatıcı - Aşk Çöz! Aşk Çöz eczanelerde, marketlerde! Aşk Çöz kalbinizde biriken bütün aşk ve sevgi duygularınızı söker atar, ilk dozdan itibaren özlem duygularınızı siler, hafızanızda güzel günler için boşluklar açar. Aşk Çöz ile ağlamaya, acıklı sahnelere son! Aşkk Çözzzz!
Evet, kabul ediyorum, itiraf ediyorum;
aşkı bırakmak sigarayı bırakmaktan daha zormuş... hem de milyon kat daha zormuş...
bi an geliyor, düşünüyorum: mesela sigara bıraktırıcılar gibi bişi olsa aşkı bırakmak için;
"....rinell bant, ....rinell sakız, yoksunluk belirtilerine iyi gelir, sakinleştirir, özlem hislerini uçurur."
veya tiksindirici bitkisel karışımlar olsa, veya bıktırıcı, bittirici :)
bi de bişey daha vardı, ne güzel otobüsteyken aklıma gelmişti.
Hipnoz, akupunktur, ayak masajı gibi yöntemler da vardı di mi? bunlar işe yarar mı peki?
peki ya aklına geldikçe su içmek işe yarar mı? ama pek umut vaadeden bir çözüm değil bu. nitekim minik tatlı bir danacık gibi gösterse de, pek sevimli gelmeyebilir herkese ve yerine konabilecek başka şeylerden mahrum kalınabilir alimallah... gerçi bu metnin kendisi de kendini baltalamanın ta kendisi olsa gerek :)
neyse, velhasılı, "eternal sunshine of a spotless mind" diyip duruyordum... sonra farkettim ki, yok, öyle de olmaz, haksızlık olmaz mı o kadar güzel şeye?
neyse, hipopotamlar iyileşiyorlar yavaş yavaş... yeşil çayırlarda otlasınlar, nehirlerde oynasınlar... ne de olsa, bütün bunlar, onlara çektirdi amma sonunda yine de lezzetli gelecektir yedikleri-içtikleri onlara :)

İyonizasyon ve Kristalizasyon

dokunmanın yetmediği zamanlarda,
iyonize olup atomaltı parçaçıklardan yayılan enerji dalgalarıyla girişim yapmak, sonunda,
sonunda bir sürü yıl geçince,
havaya püskürtülen iyonize parçacıklar, normal olmayan soğuk ve boğuk koşullarda, kristalleşip katılaşınca,
birbirine karışamayan elementler, direnç gösterip, bütünlüğü patlamak sureti ile bozunca,
her yana saçılan kristalize ben ve sen,
her anı ağırlaştıran - havada donakalan ve bitmesi imkansız acı ile,
etrafa saçılıp,
kafa göz yara yara,
süründüren ve sonunda
nefesimi bastıran, beynimi eriten, kalbimi bir karadeliğe çeviren,
acımaya doymayan umutsuzluk hali, geri dönüşü olmayan, her an...

saçmasapan...

hipopotamlar bu aralar, çin işkencesi altındalar... kurtarmak, serbest bırakmak gerek onları... sevgili dans eden hipopotamlar...

İnorganik Çözümler - Acı ile Başetmek

bazen garip fikirler beliriyor insanın aklında. işte onlardan biri de acı ile ilgili...
acı çekmenin tek iyi tarafı, bazen, bazı durumlarda öğretici olması diye düşünüyorum. zaten kişi öğrenmeye niyetli değilse, onbeşmillyon altıyüz seksen beş kere de yaşasa aynı şeyi, öğrenemiyor, yine yine yaşıyor aynı deneyimleri diye düşünüyorum.
ama işte, acı çekmek, çok can yakıcı, çok zaman harcatıcı, çok enerji sökücü, tel bükücü, saç aklaştırıcı, kalp delici, kara delik gibi bişey; yutan yutan ve doymayan.
bir büyü öğrenmek istiyorum. gözümde şöyle bir sahne canlanıyor:
acı içindeki kişi, beyaz ötrülerle kaplanmış masaya uzanır. büyücü ondan acısını tarif etmesini ister. kişi, acısını tarif ederken, gözlerinden akan yaşlar havada asılı kalır ve büyücü onları özenle bir minik şişeye toplar. bu gözyaşları, sonuç ürünün seyreltilmesi için bir kenarda tutulacaktır.
tarife ve gözlemlerine dayanarak, büyücü, acının büyüklüğünü, derinliğini, niteliğini niceliğini tanımlar kafasında. çok pratiktir artık kendisi ve zaten ortamda, bütün duvarlar, milyonlarca renkli şişelerden oluşan raflarla kaplıdır. tanıma uygun büyüklük ve biçimde, kimisi tombul kısa, kimisi tombul uzun, kimisi hem kısa hem ince, kimsi kavanoz gibi, kimisi imbikli, kimisi ibrikli çeşit çeşit şişe içinden, bir şişe seçer büyücü. büyülü sözleri mırıldanırken, elini kişinin kalbine doğru tutar büyücü; önce fiziksel kalbine, sonra karnındaki manevi kalbine... nerede yer aldığına bakar acının: bazı acılar karında, bazıları göğüste, bazıları ikisinde de yoğunlaşabilir. hem kalbi sıkıştırıp nefes aldırmayan, hem karnını burmaktan bıkmayan, midene kramplar sokan iki hali vardır acının. ikisi birden olduğunda, çok güç bir seans olacağının işaretidir.
büyücü, derin nefesler alarak, önce karından sonra da göğüsten şişeye aktarır acıyı. gittikçe rahatlayan kişi, gittikçe derinleşen bir uykuya dalar. genelde, bu uyku sırasında kendilerini cennette hissettiklerini ifade etmiştir kişiler. uyku kişiye ve acıya göre uzayabilir, kısalabilir. Bu uyku sırasında, büyücü, şişeye dolan acıyı ayrıştırmaya koyulur; toplamda elde edilen ürünler içinde ego yarası, kişilik çarpıklaşması, küstahlık, hasret, imrenmeler, kıskanmalar, kendinden uzaklaşmalar, kendini engellemeler, sorumluluk almak istememekler, suçlamalar, kızgınlıklar, herşeyin boşa gitmesine üzülmek gibi milyon tane şeyi barındırır. kişilerin kimisi işten ayrılmıştır, kimisi ölüm acısı içindedir, kimisi aşk, kimisi dost, kimisi kişinin kendi ile kavgasındadır. fakat bilge büyücü, bütün bunları birbirinden ayırmak konusunda uzmanlaşmıştır. bir nefes üfürme ile, bütün ürünler bir kenara ayrılır. bilge büyücü, bu ürünlerin içindeki, "sonunda öğrenilmesi gereken bilgi" özlerini bir parmak şıklatması ile, ayrıştırıp, pompalı bir şişeye doldurur. içeriğe göre renk alır şişedeki sıvı. bu yoğun sıvıya, yine kadim sözlerini mırıldanarak, gözyaşlarını doldurur büyücü. ve içine bir kaç damla sakinleştirici söz damlatır. uyku halindeki kişiye bir kaç damla içirdikten sonra, kişinin rüyasına girer ve ona bilgeliği ile acısında gördüğü detayları anlatır. Sonra beraber rüyadan gerçek dünyaya dönerler büyücü ve kişi. Kişi unutur rüyasında büyücü ile olduğunu ama artık bilinçaltı farkındadır herşeyin.
büyücü elinde tuttuğu renli pompalı şişeyi uzatır kişiye ve der ki, "her gün günde üç kez sık bu parfümü üstüne, özellikle de solumanı öneririm, sıktığın anda, havayı" kişi, muhteşem bir rahatlama içindedir. bir anda, enerji, mutluluk ve anlam veremediği ama anlam vermekle uğraşmak da istemediği bir huzurla doludur artık.
tıpkı büyücünün söylediği gibi, her gün günde üç kez sıkar parfümü üstüne ve solur havayı. her seferinde biraz daha farkındadır kendinin, yaşadıklarının, her şeyin anlamının... şişe bittiğinde, her şey öğrenilmiş ama hiç acı çekilmemiştir; hayat mutlulukla akıp gitmektedir.
gerçekten böyle bir büyü olmasını istiyorum. harika olmaz mıydı? büyük ihtimalle bir sürü yazı yazılmamış, çizimler çizilmesmiş, şarkılar bestelenmemiş olurdu ama, yine de harika olmaz mıydı?

Çocuk Kalarak Büyümek- Masal ve İnsan

hepimize milyonlarca masal ve hikaye anlatılır çocukluğumuzdan, günümüze kadar...
bu hikayeler ve masallar, hayal dünyamızı beslediği kadar, hayattan kendi adımıza beklentilerimizi de şekillendirir. ne kadar, büyüdükçe bu temel çizgilerden ayrılmak, başka yollara sapmak istesek de, galiba, eninde sonunda, bilinç altımıza işleyen bu senaryoları çağırıp dururuz kendimize. tabii, pek çok masal  "ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar" ile bittiği için, bu senaryoların devamı her insanın kendine özgü hikayeleri ile şekillenir diye tahmin ediyorum. örneğin, annesi babası ayrılmış bir insan ile mutlu bir aileden gelen insanın masallarında, "sonsuza kadar mutlu yaşadılar" ön kabullenmesi yerini farklılıklar gösteren sonlarla bitebilir.
Hiç anlamadığım bir şeydir, sonsuza kadar mutlu yaşanması... bir kere, sonsuza kadar yaşamak mümkün müdür? hem sonra, insan hep mutlu yaşayabilir mi? yoksa, çocuklara ölümü nasıl anlatacağını bilmemekten mi, sonsuza kadar yaşar kahramanlar.
açıkçası, ne kadar gerçekçi gelmese de, kendi algılarımı ve yönlenmelerimi bunu gerçek kılmak üzere değiştirmeye çalışıyorum; sonsuza kadar olmasa da, mutlu bir masal yaşamak. elbette ki sancıları, acıları da var.
Başka anlamadığım bir konu da; masal kahramanları, hep bir takım dertler ve belalar sonucunda, iyi bir sona ulaşır; eyvallah, emek vermek ve bir takım çabalar harcamak, insanın sonuçtan keyiflenmesini sağlıyor; emek verme ve çabalamanın kendisinin verdiği kadar. fakat işte, bilinçaltımıza bir kere, bedelini ödemeden iyi bir şey olmayacağı işleniyor. bunun yanı sıra, temel olarak kadınlık ve erkeklik, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, fedakar-cefakar arkadaş, dünyanın bir bireyin etrafında dönüyor olması gibi bir takım kavramlar ve olgular temellenip gelişiyor.
Ama işte masal olmalarından kaynaklı belki de, kimse "sonsuza kadar mutlu yaşama" nın nasıl olduğunu, nasıl çözülebileceğini anlatmıyor masalda. mesela hiç pamuk prenses ve beyaz atlı prensin bir konuda anlaşamadığını ve bunu nasıl çözdüklerini okudunuz-duydunuz mu? bir ilişkiyi başlatmak kolay değildir, ancak, peki devam ettirmek nasıl bir durum ve nasıl çözülür? buna dair bir fikir var mı hiç duyduğunuz masallarda? (örneğin, gerilim filmlerinde, sağ kalıp kurtulan bireylerin hayatını nasıl devam ettirebildiklerine şaşarım. evet, kurtuldu, bunca şiddet ve gerilimden sonra, acaba hayatı nasıl olacak diye merak ederim.)
genelde öğrendiğimiz şudur: kadınlar pamuk prenses ve erkekler de beyaz atlı prens olurlar... e kimse çirkin cadı, yaşlı büyücü, cüce, kötü kalpli kraliçe olmak istemez tabi :) bekleriz ki bir prenses olalım büyüyünce; sihirli bir öpücükle rüyalarımızdan uyanalım ya da orada, dünyanın en güzel kızı bizi beklesin, öpmemiz ve ona sahip olmamız için. düşünmesek, dile getirmesek de, bilincimizin altına işleyen bu sinsi beklentiler, yönlendirirler pek çoğumuzu...
amma velakin, bu masallarda, yukarıda da bahsettiğim çalakalem çözümlerin yarattığı boşluklar, bazen, insanı tepetaklak getirebilir de. hazırlıksız yakalananın ise, vay haline! üstlenen roller, yerleşen duygular, alınan yaralar, patlayan kafalar, kör ışıkta mumla yol almaya çalışmalar, prensin ve prensesin kendi içlerine kazdıkları tünellerin çakışması sonucu ortaya çıkan göçükler, efenim say say, bir sürü felaket gelebilir insanın başına; hiç birinden bahsetmez ama bu masallar...
göçük altında kalan masalı kurtarmak için, ama, 40 gün 40 gece düğün yapan kraliyet, arama kurtarma ekibi göndermez mesela... her bir kahraman, kendi yöntemlerince, kah birbirlerinin kafalarına basıp zıplayarak, kah tırnakları ile toprakları kazıyarak bir şekilde yollarını bulup çıkarlar göçükten. Nadirdir, göçük altından çıkmayan masal kahramanı. eninde sonunda, çıkmak ister çünkü insan, toprağın altından.
------------------------------------
sonra an gelir, klasikleşmiş bu masallardan başka masallar olduğunu farkederiz. sürekli anlatılagelen, duymaya alışık olduğumuz, herkesin bildiği masallardan başka, çok daha yaratıcı, renkli, keyifli serüvenlere koşan... anlattığı güzelliklere espriler katan, başa gelen ve çekilmesi gereken dertlere ağlarken gülüp, çözümler üretmeyi öğreten, uçmayı öğrenmeye çalışan çocuk gibi bizi şaşırtıp hayretlere düşüren... sonra, kendi masalımızı yazmanın mümkün olduğunu farkederiz. üstelik bu kez illa bir prenses-prens olması da gerekmez. kendi maceraları var insanın, ucunda! iki masal çakışırsa ne ala!
-----------------------------------
boş bir kağıt alıp, çiziktirmeye başlamak cesaret istiyor başta: dirence direnmek, acıya irade ile yaklaşmak, yaşadığın acı deneyimlere bile "ilaç niyetine" bakmak, öğrenebileceğinin en fazlasını öğrenmeye çalışıp kendi içinde uzun yollarda kaybolup kaybolup dönmek... bunlar olurken, hala niyetini koruyabilmek, ruhunu ve sevgi kaynağını öfke-kin-kötü örnekleme/modelleme ile kirletmeden kabullenmeyi öğrenmek, naifliğin ile her adımda kendini biraz daha tanıyıp, toy kalmadan masum olabilmek... yargısız ve beklentisiz anlamak; önce kendini, sonra başkalarını...
belki de bilmek gerek ki, bu süreç hiç bitmiyor, hep yeni yeni deneyimler geliyor... ve bu cesaret, bütün serüvenler boyunca, masala güç veriyor, renklendiriyor, her seferinde daha canlı ve daha coşkulu maceralar getiriyor! ama evet, bir kere başlamak gerek yazmaya masalı; cesaretini toplayıp ilk heceyi yazmalı...
gerisi kendi gelir ki zaten; serüvenlerin her biri başka tatta, başka güzellikte :)

Tabasco Sos

bir varmış bir yokmuş...
istanbul da, bir plazadaki restoranda çalışan bir garson kız varmış. aynı plazada, büyük reklam firmalarından biri varmış ve bu firmada çalışan pek çok genç beyin de varmış; neşeli tipler de varmış, garip alışkanlıkları olanlar da varmış. reklam ve medya alanında çalıştıklarından büyük ihtimalle pazarlama stratejileri konusunda bir takım bilgi ile donatıldıklarını düşünmek hiç de yanlış olmazmış. bu çocuklar, bol bol tabasco sosu kullanırlarmış, pek severlermiş tadını.
bir gün çok yağmur yağmış, hüngür hüngür ağlıyormuş gökyüzü! sanırım onun da bilinçaltındaki büyük buzul kütle, yazları, küresel ısınmanın da etkisi ile eriyerek ana karadan kopmaya başladığı için sanırım, depresyon belirtileri ancak kışın kendini gösterdiğinden kışları gökyüzü uzuuun uzuuuun ağlarmış. işte öyle yağmurlu bir günde, restoran tıklım tıklım doluymuş çünkü gökyüzünün tuzlu gözyaşları insanları eritecekmiş gibi korkarmış insanlar ve en yakın yerde karınlarını doyurmak isterlermiş.
tıklım tıkış dolu salonda, bir oraya bir buraya koşarak sipariş alıp, yemekleri masalara ulaştırmaya çalışırken bizim garson kız, garip istekleri de karşılamak zorunda kalırmış:
- nişuaz salata istiyorum ama lütfen patates olmasın, onun yerine kaparisi bol olsun
- ben kapris istiyorum ama lütfen ekstra fesleğen sosu koyun ama zeytinyağı olmasın,
-ben penne arabiata istiyorum ama lütfen ekstra kuru domates olsun, ama zeytin olmasın, ama parmesan da isterim, bi de tabasco sos lütfen.
peki efendim, peki, tabii ki ...
ama, usta usta, yani hayatta da usta olan usta aşçı, bütün garsonlardan gelen bu garip isteklere artık dayanamaz olup, bazen hıncını garsonlardan çıkarırmış. ama her daim orada olan patron da, müşteri memnuniyeti odaklı çalışma istediğinden, ve garsonlar, ustalar kadar para kazanamadıklarından bahşiş toparlayabilme derdinde olduklarından, bu isteklerin yerine gelmesi önemliymiş.
neyse, lafı uzatmamak lazım çok;
tabasco sos mu? her haftasonu, bütün acı sos şişelerini, kendi elleri ile, aynı büyük 5 litrelik sos bidonundan dolduran kız, yine de üzerinde tabasco etiketi taşıyan minik cam şişeyi aramış, aramış, aramış ama bulamamış... sonra, herhangi bir acı sos şişesini götürmüş ama pazarlama konusunda eğitim almış olan genç insan "ben tabasco istedim" demiş. ama kız tabasco şişesini bulamadığı için, adamın kulağına eğilmiş ve demiş ki "bir sır vereyim size: her hafta sonu bütün sos, ketçap ve mayonez şişelerini kendi ellerimle dolduruyorum ve sizi temin ederim, bütün soslar aynı, bir farkı yok". genç adam, peki deneyelim demiş, dökmüş sostan ama beğenmemiş tadını. ve demiş ki, "bana tabasco getir, o farklıydı, dün yedim biliyorum!"
hımmmm... bazı insanlar çok tahammüllü olurlar. ben bunun nedeninin, hayatlarında çok tahammül etmek zorunda kalmamalarına bağlıyorum. çünkü herşeyin bir sınırı var ve sınırı aşınca bitiyor olay.
neyse ki kız henüz o kadar tahammülsüz olmadığından "peki efendim" demiş ve bu konu üzerinde başka bişi yapmamış. zaten çok yoğun bir servis saatiymiş. ve günler böylece geçip gitmiş.
zamanla, kız başka işlerde çalışmış, daha çok para kazanmış... sonra kendi ürünlerini tasarlamış. ama içinden bir etiket yapmak gelmemiş hiç...

Kafası iyi olmak

İnsan çocukken kafası bir başka çalışıyor muhterem.

Hep onun kalmasını istersin de bir türlü olmaz, illa büyürsün, bok varmış gibi. Şimdi hatırladım, en çok 15 yaşımı merak ediyordum. Hep nedense, masallarda, ne oluyorsa 15 yaşında oluyordu, ya da bana öyle anlatılmıştı masallar veya öyle uydurasım gelmiş.

Neyse, hep bir esrik- kafayı bulmuş hal işte çocuklukta insana hakim sanırım. Bazen sokakta görüyorum çocuklar, çok imreniyorum kendilerine. Hiç farketmiyor yani, lüks bir restoranın kapısında uçak taklidi yapmak, sokakta balerin gibi dansetmek, kendi kendine şarkılar söylemek, kimse dinlemese de hiç durmadan konuşmak fln...

Çocukken en sevdiğim şeyler nelerdi diye soruyorum kendime:

İnşaat önemliydi 80lerde çocuk olan bizler için sanırım. Yan komşunun binası yapılırken temel atıldı. İskele gibi bişiler kurmuşlardı sanırım. E tabii ki, denge denemesi yapmak için süper bir mekan! Diz kapaklarımda hala geçmeyen o yara izlerinin %80 i orda oldu herhalde. Bir de, hep ben düşerdim. Sakarlık işte! Oksijenli Su vardı, döktülermi köpürür. Bayılırdım onu izlemeye. Acıyı unutur ona bakardım, nasıl da güzel köpürürdü. Hayal ederdim; büyüyünce şişelerce oksijenli su alıp yere döküp izleyeceğimi! Haha:)

İnşaat ilerledikçe birinci kat, ikinci kat, sürekli kum gelirdi. Kum geldiği gibi içindeki killeri kapışırdık. Kavga gürültü de olurdu tabi, kapış kapış... Killerden vazolar, biblolar, kuş böcek vs. iyi zaman geçirirdik. Sonra, inşaatta çalışan olmadığı zamanlar ikinci, üçüncü kattan atlardık kumlara. Durmaz, koşar tırmanır, gene, gene gene atlardık. Sanırım, aklın bir kısmı kumlarda kaldı. Başka bir kısmı da, kireç söndürülürken onu izlemek sırasında gitti galiba :) Eskiden, kireç taşlarını getirir, varillere doldurulmuş sulara atar da söndürürlerdi. sihir gibi bişeydir: su fokurdamaya kaynamaya başlar. akşama kadar beklersin, varil hala sıcaktır. sonra üstü kaymaklanır, bilimum sinek böcek tutuklu kalır, bütün istençleri bittiği için ölür giderlerdi orda. Yazık...Bir ümit yine buharların çıkmasını, suyun fokurdamasını umarak, çomaklardım varilleri ama bir kere de görmedim tekrar kaynadığını. Sonra, varilin dibinde kaymak gibi kalırdı kireç. Böyle avuçla yiyesin gelir! ona da çomakla çizim yapardm. Zahide Teyze biliyor mudur oturduğu evin inşaatına ne çok kanım, terim, zamanım, anım gömülü? Ama biz Adams ailesi olduğumuzdan mahallede, bu konuları hiç konuşamayarak, sorumun cevabını alamayacağım sanırım.

Çocukken, annem yazlık sinemaya götürürdü beni. Belki kardeşimi de ama onu hatırlmıyorum. Film başlamadan önce göbek atmalık müzikler çalardı, belki o zamanın pop şarkıları fln. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kendimi kaybederek dans etmem ve herkesin bana "dansöz olcak büyünce" demesiydi. Sonra da büyünce ne olacaksın diye soranlara "dansöz" diyordum. İlkokul öğretmenimle tanışınca, öğretmenlike dansözlük arasında gidip geldi aklım.

Bir de dut ağacı vardı. Hala var bi tanesi. Ama ön taraftakini kestiler sonra. Ona tırmandığımızı hatırlıyorum Teyzemle ve çok keyif aldığımı. Bir de, Teyzem o zaman lisedeydi, bir arkadaşı ile buluşmaya beni de götürmüştü, Konak'ta sergiye gitmiştik. Sonra da ordaki kafeterya da oturmuştuk. Sonra da trenle gelmiştik. Çok sevmiştim! Bir de parmak patates yemiştik. İlk kez parmak patates yemiştim ve çok sevmiştim. Sonra Teyzem bize patates kızartıp, üstüne salça sos ile ketçap yapmıştı. Çok seviniyordum o patates kızartınca :)

O lisedeyken, annem çalışırken, bakıyordu bana. Galiba yazları ona bırakıyordu annem. Emin değilim. Kitap okumamı istiyordu, ben sıkılıyor ve dışarı çıkıp oynamak istiyordum. Sonra, onu kandırmaya çalışıyordum. Mesela, atıyorum, 20 sayfa oku ondan sonra çıkabilirsin diyordu.Ben de biraz bekleyip, bitirdim diyordum ama yemezler canım. Bir de midem bulanıyordu. Sanırım ondan sonra göz doktoruna götürdüler ve gözlük takmaya başladım. Ama yanlış hatırlıyor olabilirim. Velhasıl, sonunda birimiz pes ettik, sanırım ben kandıramayacağımı anladım, o da sıkıldığımı anladı, sokaktaki merdivenlerde okumama izin verdi :)

Bir de misket vardı, misket dünyadaki en büyülü şeylerden biriydi benim için! içindeki renkli kıvrımlara bakarak, o kıvrımların üzerinde kaydığımı hayal ederek, camdaki kabarcıkların içine girip, istediğim yere gidebildiğimi hayal ederek saatlerimi geçirirdim. Bir de parmaklarımı konuştururdum birbirleri ile. Uyumamız için yatırıldığımızda ve uyumadığımda, parmaklarımı konuştururdum birbirleri ile ve çok severdim bunu. Bir de,açısal boyutu keşif de iyidir. bir nesneye bir gözünle baktığında, farklı bir yerde, onu kapatıp öbürü ile baktığında başka yerdeymiş gibi görünürdü. Gözün tek hareketi ile baktığın şeyin yerini değiştirmesi süper bir buluştu ama kimse kale almamıştı bu buluşumu :) Büyüyünce anlaşıldı iki göz arasındaki uzaklık nedeni ile böyle olduğu.

Eskiden tuvaletlerde, mozaik taş kullanırlardı. Yani sanırım yerleri döşedikten sonra kalan parça taşları-karoları birşeylerle karıştırıp onunla yapıyorlardı tualetin yerlerini. Sırf oturup o taşlarda gördüğüm karakterleri, nesneleri canlandırırdım. Bulutların şekillerini bişilere benzetme oyunu gibi.

Pencere ve gözlük camı da başka bir eğlence dünyasıydı! Pencereye oturur, camı açıp kapattıkça kendimi sallanıyor sanardım. Zahiri ben sallanıyor ya, ben de sallanıyormuşum gibi olurdu :) Böylece salıncakta sallanabilmek için kuyruk beklemeye gerek kalmıyordu. Gözlük camı başka bir olay! Önce insanların etrafında renkli hareler gördüm. Zannettim ki, insanlardan ışıklar saçılıyor! Uzun süre devam etti bu. Sonra geçti. Gözüm alıştı cama galiba. Sonra, yağmur yağmaya başlayınca, cama düşen yağmur damlalarını tam sokak lambasına denk getirerek bakınca, mikroskopta görünen bakteri çizimlerini andıran görüntüler çıkar. Kendime ait bir mikroskopum varmışcasına, ona da bakardım uzun uzun, büyüleyici gelirdi.

Hep sihirliydi hayat, çok büyüleyici bir yerdi dünya, ama ne zamana kadar? Logaritmik olarak azalan büyü algısına kaldırıyorum kadehimi!

Yapası öyküsü

Bir gün, hiçbirşey yapası olmayan, simsiyah giysiler içindeki kadın, evinde oturmuş, hiç yapası kalmadığı halde, pazara gidip nasıl yapası alacağını kara kara düşünürken, komşusu kapıyı çalıvermiş. Hiç yapası kalmamış olan kadın, bütün kredilerini doldurduğu halde, sona kalan tek damla yapası ile gidip kapıyı açmış. İçeri gri giysileri içinde, beyazlamaya başlamış suratını renklendirmeye çalışan makyajlar içindeki komşu kadın içeri girmiş, davet beklemeden, nitekim anlamış durumu ve boşuna yormak istememiş ev sahibini ve ona, " haydi acele et de çıkalım yapası alalım marketten" demiş. Fakat, yapasısının son damlasını da harcadığı için vampirella kılığına bürünmüş olan ev sahibi, komşusuna "benim hiç yapasım yok" demiş ve "sen istersen git" demeye teşebbüs bile etmemiş.
Gitgide beyazlaşan ve bu nedenle makyajı daha da çirkin görünmeye başlayan diğer kadın, bitmek üzere olan yapasısının bir kısmını makyaja ayırdığı için çok pişmanlık duyarak, yapasının daha da hızlı tükenmesine neden olarak, bi çare ikna etmeye çalışmış ev sahibini fakat, git gide grileşmiş elbiseleri. sonunda, olduğu yerde yığılı halde ölen ev sahibine aldırmadan, son damla yapasısı ile internetten sipariş vermeye çalışmış fakat kredi kartının şifresini unuttuğundan, şifresini yenilemesi için gerekli 10 adımlı işlemini tamamlayamadan o da ölmüş.
Akşam eve elinde 5 paket yapası ile gelen ev sahibinin kocası, evde karşılaştığı sahneyi görünce, dayananamış ve üzüntüden bir oturuşta 5 paket yapasıyı birden bir güzel mideye indirmiş. Fakat, herşeyin fazlası zarar olduğundan, bütün yediklerini istifra etmeye başlamış. Bütün yapasısını, üzüntüsü ile 4 kat daha çabuk tükenen adam da, zavallı, olduğu yere yığılıvermiş ve bu hikaye de burada bitmiş.
Olay yerine gelen, yapasısı tükenmek bilmeyen detektif, başkanı kırmızı hattan arayarak "insanları, yapasılarını nasıl kullanacakları konusunda eğitmezsek, gidip yapası alamayarak ölüyorlar" demiş. Bunun üzerine başkan, yapası üreten firmalara açıklayıcı bilgilere paketlerinde daha çok yer vermeleri gerektiğini söylemiş ve yapasısının bir kısmını yitirmiş. Firma sahibi ise, yapasıya doğrudan kaynaktan bağlı olduğundan hiç bir sorun yaşamadan, hesap kitap yapmış ve paketlerde gidecek mürekkep gideri ile senede eğitimsizlikten yapasasız kalarak ölen insanlardan kaybedecekleri karı hesaplayıp, eğitim bakanlığını arayıp, bu konuda okullarda daha kapsamlı eğitim verilmesini rica etmiş ve yapasının paketine %2 zam yapmış.

Kafa Karışıklığı ve Ayak Parmakları

"Tepeden tırnağa" derken, sanırım "en yüksekteki saç telinden, ayak parmaklarının tırnağına kadar bütün beden" denmek istenir.

Peki, bir insanın tepeden tırnağa sağlıklı olması ne demektir? Bu da, sanırım hem fiziksel(tırnak) ve hem de akıl(tepe) kastedilmektedir :) :P neyse, bunun ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz bilmesine de varmaya çalıştığım nokta biraz tanımlansın istedim.

Bir arkadaşım(arkadaşım mıydı gerçekten bilemedim bir türlü), ayak parmaklarının uzunluğundan ve eldeki işaret ve orta parmakların ayaktaki versiyonlarının yapışıklığından pek şikayetçiydi. Bir türlü güzel olduklarına kani olamadı kızcağız. Üzülmüştüm onun için. Geçen gün aklıma geldi, sonra düşündüm bunun üzerine. Tepeden tırnağa sağlıklı olmanın önemini vurguladım kendime.

Bir insanın, ayak parmaklarının güzelliğine bu denli takabilmiş olmasının nedenleri olmalıydı. Kafası cidden karışmış olmalı. Hangi adam, bir kadını ayak parmaklarının güzelliğine göre seçer ki? Ancak, kendinden emin olmadığı, güvenemediği bir şeyleri yansıtmış olmalıydı zavallı güzelim ayak parmaklarına... Sadece o değil, hepimiz benzer şeyler yaptığımız için, yazmak istedim bu konuda.

Düşündüğüm şey aslında şu:

İnsan kendinden en iyisini bekler bilirim. Mükemmel görünmeli, mükemmel yazmalı-okumalı, işinin en iyisi olmalı vs. Bunun da temeli konusunda kafam karışmıyor değil. Birbirini besleyen iki şey var; kendini aşağılama ve yüceltme.

Bu ikisi, el ele tutuşmuş, sürekli bas misali var eder birbirini. Bir gün mükkemmel hisseden insan, ertesi gün aşağılar hiç durmadan kendini. Çünkü bu sırada, yücelttiği kişi-kişilerin tutumu da önemli bir rol oynar tabii. Ya da aşağıladığı kimseler ve işte, sonuçta, biricik ve özel olduğunu hissetme çabası içinde, herkesin ayak parmakları yapışıkken, kendininki farklı olsun ister, böyle olmadığını her gördüğünde, gıcık olur kendine, üzülür; yani kafası karışır: yapışık uzun ayak parmakları, insanın normal, aleladeliğini hatırlatır, fakat bazen kaldıramaz insan bunu.

Diğer yandan, nedir bu kendine güven? O kadar emindir ki kendinden insan, diğerlerine göre mükemmel olduğunu bilir adeta, sorgulanacak şey değildir. Hele aynı fikirde olmadığı zaman başkası ile, of! Boşuna dememişler "herkesin aklı toplanmış, geri dağıtılacakmış; herkes illa kendi aklını istemiş geri" :)

Velhasıl, kafa karışıklığı mı ayak parmağından çıkar, yoksa ayak parmağı mı kafadan?

Sonuçta diyeceğim şudur: kafa ne kadar karışık olursa olsun, insan yaşar durur bir şekilde; illa ki kalkar yataktan, ister sürünerek ister sevinçle; illa yer birşeyler, ve iş yapar, ve okur, ve görür... ve illa ki ilerler zaman, durdurulmaz ve sonunda illa ki ölür insan. Kafa karışıklığı da, sürekli bas misali, eşlik eder ancak zamana; sonuçta ölür insan : ister karışık ister düz kafa! Mikserlenmiş beyin salatası da anca, böyle 5 kişinin okuduğu bir blogda yer bulur...

 

Karın Boşluğu

karın boşluğu garip bir şey: insan sevinç, neşe, heyecan, üzünç, ezinç ne varsa orda hissediyor. en ironik olanı da, içindeki boşluk hissi :)

"iki çeşit kalbimiz var. biri manevi diğeri fiziksel; manevi olana yürek, fiziksel olana kalp deriz... kalp, bildiğimiz kalp; ilginç olanı yürek: bazı inanışlarda, manevi kalbimizin karnımızda olduğunu söylerler" diye açıklamıştım deniz ciğe, minnacıktı o zaman...

bazı inanışlarda (belli ki kendini (doğasını) izleyen ve gözeten) doğruyu mu söylerler?

anlam, kurmak-yapmak-üretmek, olmak-var etmek, istenç-irade, ya da koyverme...

boşluk garip bişi... karın boşluğu, zamanı gelince kelebekler ve kuşların neşe ile uçuşup şakıdığı koca orman, kimi zaman daralıp derinleşen kara bir kuyu...

bazen, düşünceler takip edilemez hızda kafada dönüp dolanırken, iç bulantısı ve bıkkınlıkla uçuşan fikirsiz-betimsiz kıvılcımları tutup, seneler içinde bin bir zahmetle yetiştirdiğin ormandan topladığın odunları tutuşturup, sıcak bir çorba koyamazken önüne; işte o fikirsiz kıvılcımlar, yeşermiş ormanı tutuştururken, anlam sorguları rüzgar gibi palazlar ateşi...

büyüdükçe, yaşlandıkça, bir meşguliyet, bir iş, bir ev kurup herşeyin anlam kazanacağı umudu ve hevesi ile sabırsızlansan da, aslında ilerleyen zamanın, safça neşe bulup keyiflendiğin anların kaynağını kuruttuğu gerçeği gelir dikilir karşında...

 

bazen de sonra bakarsın yazdıklarına ve "ne büyük trajedi" dersin alaylı gülen bir edayla...

 

 

 

 

 

kafa

insan allah tan geliyorsa, kafa karışıklığı da öyle olmalı, di mi? "şüphe şeytandandır"

mutluluk, peşinden koşarak yakalanan bir şey olmadığına göre, insanın içinden mi gelmeli?

elindekinin değerini insan kaybetmeden bilmez ise, bildiğinde elindeki gitmiş olur; bu durumda, bir insana beraber mutlu olmak istediğinizi anlatmaya çalıştığınızda, o insan mutlu olma hali içinden gelmeyen bir anda ise, ve siz giderseniz, ama sonra anlarsa ve siz de, sahip olduğunuz şeyleri...fln fln...

peki ya sonsuza kadar gitmiş olsak? olsam?

hiç olmasam?

olmasaydım hiç, sanki en güzeli olurdu diyorum 9 yaşımdan beri, zaman zaman... etrafta uçuşan kara bulutlar da olmazdı...

bazen o bulutlara bir "puuuufff" diyince uçuyor ya, bazen de hiç hali olmuyor insanın "puf!" diyecek onlara.

yine bana kalan, herşeyin sonunda;

hayaller, dans ve müzik...

yine bir takım garip hareketler içinde bulunarak kovmaya çalışsam kara bulutları, çaresizliğimi anlayıp uçar giderler mi?

is it possible to bend reality?

an-lam, an-la-mak, an-lam-landır-mak...

an-lamak kafa ile yapılan bir iş midir? yoksa ruh veya yürek ya da ne demek isterseniz adına, "o"nunla mı?

""kişinin yaşamının anlamını kurma konusundaki temel ikilemi,içinde yeraldığı ilişkilerde, değerlilik odağını nereye-ne yere-  koyacağında düğümlenir- kendisine mi, ötekine mi...

kendine koysa, bu, bir "bencillik" biçimi olarak, hem ötekine yönelebilecek anlama yollarını tıkar, hem de ötekinden 'ben' e gelen anlam aktarma yollarını.

ötekine koysa, bu da, 'bağımlılık' biçimi olarak, hem 'ben'in anlamlanma olasılıklarını kısıtlar, hem de, ötekine anlam verme olanaklarını.

öyleyse, çok ince bir denge gerekli, kişinin yaşamının anlamını içinde kuracağı ilişkilerde tutturması gereken - aynı zamanda, öteki kişinin de kendi yaşamının anlamını kurmasına olanak tanıyacak bir denge: 'ben' de 'öteki' de, hem 'öteki' hem 'ben' olmalı demek ki:-

demek ki, kişi, yaşamının anlamını kurmak için, değerlilik odağını, ne kendine de ötekine koymalı - ortaya koymalı: şu koşulla ki, 'öteki' de, aynı bakışla, kendi 'ben'ini de 'öteki'lik anlayışını da, aynı şekilde, aynı ortaya koya...""

olmayalı - oruç aruoba

"tutunmaya çalışırken hayata elimde olmayan şeylerden vazgeçiyorum çabukça,
olmayacaklardan, mutlandırmayanlardan,
mutsuz
landıranlardan...

anlam landırmaya çalışıyorum, her an ı...
yaptığım şeylerle an lam lanıyor çünkü...
ve seni senden UZakLAŞtıran herşey,
ki çoğu şey,
UZLAŞ mak için diğerleri ile, yaptıkların...
anlamsızlaştıran,
onlardan vazgeçiyor insan kolayca...

 

UZaklaşmak kendinden.

önceki bir postta olduğu gibi, akıl(us/ uslu) denen yanılgının kollarına atmak kendini...

öğretilmiş, kanıksanmış, artık düşünülmesi bırakılmış.

------------------------------------------------------

yaşamın anlamını hesaplatmak amacı ile bir süper bilgisayar tasarlayıp yapmışlardı "otostopçunun galaksi rehberi"nde.

ve o süper bilgisayara sorulduğunda cevap veremeyeceğini söylemişti sanırım ve oturup tv izlemeye devam etmişti!

çok güzel filmdi!

 

 

üç ağrıkesici düştü gökten

üç ağrıkesici düştü gökten,

biri bana, diğeri de bana ve en sonuncusu da!

klavyemin "i" sinde problem var. ne komik di mi? "I" ; ben...

neyse ki, süt, kahve ve biraz hüzün ve biten bir gün var.

sabah, akşamdan kalma kafayı en iyi toplamanın yolunun su olduğunu düşünüp 3 koca bardak su içmek de bir şeydi tabi.

ve ayrıca, matematiğin afrodizyak olması fikri de geldi aklıma bugun. öğrenciyken farketmiştim.

keşif önemli bir durum, keşfedilecek bir "kendisi" olması insanın, en azından birşeyler demektir.

hem de bir de güneşli günler geliyor sanki.

ve kafa karışıklığının hat safhasında, iki gündür hipopotamlar otlamaya başka bir çayıra gitmiş olasalar gerek.

uyku gerek... uyumak ve bilincaltının kontrole gecmesi gerek.

 

bir keresinde, öyle güzel uçuyordum ki rüyada, ama nasıl güzel bir histi! bir de deriiiin, mavi bir suda dalma rüyası vardı ki, hiç nefese ihtiyaç duymadan, lacivert suyun içindeki ışık hüzmelerini izledim keyifle.

hayat öyle bir şey olsa işte! durup derin suyun içinde, hiç bıkmadan, ışığı ve balıkları izlesek!

 

 

bugün, ile...

pek çok nedenden ziyade az bir nedenden, sadece hatırlandığından bazı şeyler, var etmeye devam ederler kendilerini...

azcık alıntı yapmak isterim bugün:

-------------------

Un-

    "funny

     how

     time

     flies"

lies.

     (lice

     dice)

Dies.

---------------

"Güven demiyorum mahsus: Güven saf birşeydir, epey de güçsüzdür- düşünülmemiş birşeydir, kendiliğinden olur: vardır ya da yoktur. Benim sözün ettiğim, 'kuşku duymama' ise bilinçlidir, düşünülerek takınılmış bir tavır, her seferinde yeniden düşünülerek bulunulan bir eylemdir."

bugün bunu okuyunca tekrar, geçen gün  yazdığım "aptallık" isimli post daha bir doğru mu gelsin gözüme, yoksa saçma mı bilemedim.

güvenmek, güvenmemek, güvenmediğin halde tekrarlamak... güvenince bu kadar sorgulamazsın, güvenmiyorsan bu kadar uzatamazsın... bilinçsiz(li) olarak inandırmaya çalıştığın bir durumda kendini ancak, bu kadar kurcalarsın... işte bu yüzden duygusal zeka önemli, bir de farkındalık...

----------------

bugün yorgun, suskun o yüzden.

kafa canım bu!

30 yaş ve kadın-lık...

yep, yemeden içmeden hemen beynimin içindekileri yetiştireyim istedim gene :) hehehe kimi kime yetiştiyorsam :)

kadın-lık...çok garip bir kelime di mi? aydın-lık, sürekli-lik, fena-lık fln gibi bişi... kavram? durum? olma hali :)

derlerdi ki, 30 yaşında kadınlar oturur. (nereye?) artık kadın-lıklarının farkında, olgunlaşmış, ne iste(me)diğini bilen, yarı tanrılarmış gibi konuşurlar 30 lu yaşlardaki kadınlar hakkında.

 kendi özgürlüğüne kavuşmuş ve aynı zamanda 35inden(yaşlanmış sınıfına girmeden) hemen önceki hal: 15 yaş gibi, liseli kız gibi bişey...

nitekim benim için, kadınlığımın bi yere oturduğu yok. sanki daha çok kafam karışmış, ne istediğim ve istemediğim arasındaki dengesizlikler kabarmış da kabarmış gibi geliyor:)

aslında herşey, "the wall" u izlediğim zamanlarda oldu. üniversite 1deydim sanırım. o sıralar kafam çok karışıktı. gerçi öncesinde de karışıktı... hep belki de :) diyorum duygusal zeka denen şey mühim diye.

filmin içinde, bir çiçeğin yapraklarının bir kadının bacaklarına döndüğü ve sonra da erkeğini tutsak eden bir yaratığa dönüştüğü sahne vardı. o sahnede demiştim ki, "evet ya, işte, sen naaparsan yap, bunu yapma!"...

yurtta kalırken, garip müdirelerle ilginç tartışmalar, kadın fizik öğretmeninin elinden çektikerim, medikodaki kadın memurların çektirdikleri, trafikte kadın şöförler yüzünden hareket edemeyen otobüste bir yerlere yetişmeye çalışmak, allahım ne kadar çok çekiyordum kadınların elinden. sonra düşündüm; östrojensiz bir dünya cennet olmalı... fakat bu hormonu fazlasıyla taşıyan bir cinstim ben de.. ne yapmalı ne etmeli, kendinden bunları ayıklamalıydı... bk vardı sanki...

en anlayamadığım kısım ise şuydu: bu insanlar, anne oluyorlar, eş oluyorlar, şefkatle bakıyorlar sevgililerine, dünyayı güzelleştiriyorlar, emekleriyle ince ince işliyorlar dünyayı diğer yanda... tanrım, bu nasıl bir çelişkiydi!

sonradan anladım, herşeyin bir bedeli vardı. eğer bu kadar veriyorsan bir şeyler, karşılığı alınmalıydı. kadın da tatmin olmalıydı, maddi-manevi :)

bütün adamlar ağızlarından su damlayarak rus kadınlarından bahsederken, asaletten ve güzellikten, çalıştığım yerlerde erkeklerinin onlara gösterdiği hiç bir inceliği, kendi kadınlarına göstermediğini anlatamadım mesela... anahtar kelime girilince, beyinler kitleniyor: "rus+kadın" :) heheh ( ben de ayrıca hayranım kendilerine yanlış anlaşılmasın hemen :) ) velhasılı, tatminsizlik her taraflıydı...

ama olan olmuştu işte, ayıklamaya çalışırken " östrojenin getirdiği" bir takım kötü etkileri, mesela ayda bir yaşanan bir buçuk haftalık ağlamaklı- sinirli günlerin etkilerini, veya kıskançlıkları ve kibiri, ve naz-niyazı, ve kaprisleri ve küçümsemeleri, olmaya çalışırken daha şefkatli ve adil, ve kendini bilen, farkına varan, ne daha kadın ne daha erkek: sadece insan biri, hata oldu sanırım... ciddi bir hata...

bu çok ciddi bir itiraftır arkadaşlar: bazen keşke diyorum. keşke daha büyütseydim bütün bunları, besleseydim... bir denge vardıysa bu hayatta, öyle kurulmuştuysa, öyle kalmalıydı aslında.  araba sürmeyi en iyi beceren olmaya çalışmasaydım, saçmalamıyım diye ezmeseydim içimi- kendimi, daha bilge olmalıyım diye kasmasaydım, anlamasaydım boya badanadan, yıkamasaydım elimde çamaşır, isteseydim ne varsa hakettiğim...

bazen iş işten geçmiş gibi geliyor çok... çok oldu, dönmez geri gibi...

bazen anlamsız geliyor bütün bunları düşünmek,

bazen ağlamak istiyorum... doyasıya ağlamak... hem de bağıra bağıra...

sonra duruluyor bu düşünce de... ben de bir kadınım kendimce... ve ayrıca büyüklerin dünyasında onların kadını olmaktansa, belki de böyle çocuk kafalı kadın olmak, daha iyidir yine de...

yine de, bugün işyerinden çıkarken, topuklu ayakkabıları, afili kabanları, topuz ve/veya dağınık saçları, arkalarında bıraktıkları güzel parfüm kokuları ile, tıkır tıkır pıtır pıtır ama iki saatte inerlerken merdivenleri önümdeki 4 kadın, dedim ki, güzel yaratıklar yahu...

ben, bilemiyorum... nedir kadın-lık?

aptallık...

bugün gene geçmişten hipopotamlar üşüştü kafama...

insan aynı hatayı neden birden fazla yapar? aptaldır, bir türlü öğrenemez, ya da aptallığından umudunu bırakmaz bir kenara; herşeye rağmen, hep hayal eder bu ke aynı olmayacağını, aynı kazıkları yemeyeceğini, yine aynı "insan" olmadığını insanların içinde...

duygusal zeka yoksunu ve aynı zamanda istaistik özürlüsü olan benim için, çok normal bu aptallık durumu...kanıksanmış gerçeklik... physical reality...

I aim to bend the physical reality....

 

Untitled

bugun kadınlar günü... bence bütün kadınlara bugun izin verilmeli, kocalarını dövsünler, bebek bezi değiştirmesinler, rahat rahat gaz çıkarsınlar, laf atsınlar, efenim insanlıktan çıksınlar yani :) :P lafım meclisten dışarı...
ne de olsa ne demiş filmde:
"önce insan, yani erkek olacaksın" - (korkuyorum anne isimli film)

nerden çıktı şimdi bu!

bazen kafamın içinde jimnatsik, klasik deyimi ile, kültür fizik yapan birileri varmış gibi.

ama bu birileri, normal şartlar altında bir jimnastikçinin olması gereken zerafete, disipline ve inceliğe sahip olmadıkları gibi, disney in fantasyasındaki, bale yapan hipopotomlar misali, bir oraya bir buraya zıplayıp, beyinde "sürekli gürültüye" neden oluyorlar. azıcık bile tayfbilim bilgisi olan arkadaşlarımın da rahatlıkla anlayacağı gibi, arkaplandaki bu gürültüyü eleyip, gerçek veriye ulaşmam gerekmekte. fakat bu öyle sanıldığı gibi kolay olmayabiliyor.

ben de dedim ki, belki bu gürültüyü biraz incelersem ve değerlendirirsem, belki uzaaaaak ve sürekli ışıyan bir cisme ulaşırım bilincimin altında saklanmış kara gölgelerde :)

mesela, pek çok insan allah ya da tanrının ne olduğu yönünde pek çok fikre sahip olabilir:

1- kimisi kudretli, kası gücü yerinde, dev bir adam çiziyor

2-  elini her eriğe uzattığında (tolstoy-erik çekirdeği) kallavi bir tokat yeme korkusu ile hayatı yaşayan insanların, korkunç tanrı figürü, 

3- manasız hayatın sevgi dolu tonton dedesi,

4- insanüstü güçlere sahip olup, nedense hala insan hırsı, kıskançlığı ve hatta psikopatlığı ile insanlara işkence eden tanrılar

fln fln fln....

benim için inanılamayacak kadar görünmez olan bu kavramın, inanabileceğim kadar gerçek ve mümkünse 3. şıktaki gibi olmasını isterdim.

sonra, öyle olsaydı, bence noel baba da peygamber olurdu, çünkü isa gibi, onun genlerinden gelmesi gerekirdi bukkadar iyi yürekli ve niyetli olması için :) bu durumda şık 4 ile de birazcık girişim yapmış olması muhtemel beynimdeki tanrı hücrelerinin.

belki de beynimizde gerçekten tanrıya inanmayı sağlayan bir bölüm vardır, ama mutant olmam nedeni ile o kısımda düzenleme yapılırken, onun yerine, kan pıhtılaşma katsayısının artılıması gerektiği öngörülüp, bu bölüm es geçilmiş olabilir.

-------------------------------------------------------------

bir de ölüm konusu var :) en çok bu yüzden inanmak istiyorum bir dine. bir insanın tamamen materyalist olabilmesi için, deyim yerindeyse "kaygılarını" aldırmış olması gerekmez mi? hatta içgüdülerini? yani demek istediğim, ölümden kim korkmaz ki? sonrasından? ben korkarım şahsen, bu da beynimin sadece inanmaya yarayan yerlerinin değil, belki de başka bir yerlerinin de es geçilmiş olması sonucu, ilkel iç güdülerine fazlasıyla yenik düşmesinden olabilir.

okumayı çözdemezden hemen önce izlediğim belgeselde gösterilen kafatası ve kemik buluntuları ödümü koparmıştı! "işte bu olcaksın, sonun bu işte! hiç bişey kalmıycak senden geriye kemikten başka!" belki de tüm günah o belgeseli çeken adamındır! :) :) iki gün sonra "bugün" ve "omo" kelimelerini okumuştum, çok net hatırlıyorum!

------------------------------------------------------------

peki din, insanın hangi eliyle ne yapıp yapamayacağına nasıl karar verir? solak olduğum için saygın aile büyüklerimizin bir takım zorlamalarına maruz kalarak, sonunda bıkmıştım. ama onları kendi silahları ile vurup, tatmin olmuştum çok:

"sağ elinle yaz evladım, sol elle yazılmaz" sanki kutsal kitap yazıyorum, altı üstü "ali topu at" yazıcam, elimden daha da pis  deftere, aça aça bir günde bitirdiğim kurşun kalemle. "sağ elinle daha iyi yazarsın" " melekler de yarım eder sana" " bak sol elinle ne kadar çirkin yazıyorsun" fln bişiler diyolardı sürekli. sinir oldum. aldım defteri gittim, sol elimle özene bözene yazdım, güzelce. sonra gittim, gösterdim dedim ki "aaa, evet sağ elimle daha güzel yazıyormuşum". onlar da inandılar "bak gördün mü, daha güzel oluyor " fln gibi bisiler dediler. çok salak bi çocuk muydum acaba ben, yoksa cidden inanmışlar mıydı bilmiyorum ama, inandıklarına inanıp, "peh peh peh, ben biliyorum bi tek gerçeği, sizi ahmaklar" diyerek pek gülmüştüm kendi içimden.

evet, hayatımda iki insandan duydum şunu

"herkes aptal, bi sen akıllısın zaten", "herşeyin iyisini sen biliyosun zaten"

demek ki ta çocuktan varmış. ama sadece iki zeki insan anlamış... :)

----------------------------------------------------------