Sayfalar

4/29/2012

Gitmek, Uçmak, Olmak...

Aslında, 7 yaşında mıydım, 8 yaşında mıydım tam hatırlamıyorum ama işte hala kafası bulanık zamanlardan birinde, bir belgesel izlemiştim: bir kralın mezarını açıyorlardı ve içinden çıkan kemikleri fln gösteriyorlardı... "ahanda" dedim, "ölceksin kızım, geriye senden kemiklerden başka hiç bir şey kalmayacak! annneeaaaaa!" dehşete düşmüştüm :) hiç bırakmadı peşimi o dehşet... bir gün, öyle böyle şunları yazmışım, belki bir gün hakikaten bir öyküde geçer veya kendi başına bir öykü olur, belki de olmaz.... :

ispanyolca öğrenmek için güney amerika'ya gidip, dünyaya aldırmadan dans etmek ve hatta ispanyolcayı bile çözemeyecek kadar içip sonra da bi anda havada yok olmak istiyorum galiba bazen... sonra bir gün kemiklerimi bir belgeselde gören 8 yaşındaki bir çocuk, ölünce kendisinden kemiklerden başka bir şey kalmayacağını anlayıp, hayatta olmanın sonunu farkedip, 9 yaşında hiç olmamış olmayı isteyip, 32 yaşında ispanyolca öğrenmek için güney amerika'ya gidip dünyaya aldırmadan dans etmek isteyip, sarhoş olup, bi anda yok olup, sonra onun kemiklerini bir belgeselde gören öbür 8 yaşındaki... amaaaaaan... hayat çok garip galiba bazen... belki de çağrışım ve beyindeki nöronların yer değiştirmesi gerekiyordur... :P
    • Serif Ozkan ispanya daha yakın değil mi?

    • Hija Del Sol evet, ama orda bi anda havaya uçmak için uygun ortam yok sanki :)
    • Güliz Seray Tuncay Taam da, havada yok olursan kemiklerini nasil bulacak cocuk? Ben orda takilinca gerisine odaklanamadim :P
    • Hija Del Sol çünkü ben öyle sanıcam, bi anda yok olduğumu... ama gerçekte normal bir ölüm olacak :D o kısmı düşünmedim :)
    • Hija Del Sol dert döngüyü sağlamak galiba, hayatla olmassa ölümle... sonsuza kadar döner durur çünkü bu :) :P galiba biliçaltı şeysi oldu açık seçik :)
    • Soner Durak bir de 32 yasinda yok olduktan sonra kemikleri bulan 8 yasindaki cocugun bulma zamani ile yok olma zamani arasindaki sure de onemli 10000 yilsa uzun mesela
    • Hija Del Sol evet işte, o zaman hiç olmaz ama burda losttaki gibi zaman atlamalı bi durum olabilir mesela? bi de benim izlediğim belgeselde güney amerika da geçiyodu gaiba, emin diilim, ondan oraya gitmek istiyor olabilirim... la bruja :) bundan bi öykü çıkar bence :)

4/20/2012

Anlaşıl-ma-mak, anlat-ama-mak...

bazen biri bişi sorduğunda-söylediğinde, söylenen sözcükleri net olarak anladığım halde soruyu veya söylenen şeyin anlamını çıkaramadığımdan takındığım ifade karşısında, insanlar, anlamamış olabileceğimi düşündükleri sözcükleri anlatmaya çabalıyorlar... bu nafile çabayı izlerken kah eğlenip, kah sıkılıyorum... fakat kabalık edip kesmek yerine sabırla dinliyorum... varsın salak sansınlar... 

ammavelakin, özellikle, anladığım ve üzerine kendi sözcüklerimi söylediğimde, karşımdaki anlamamış olduğumu zannedip de yukarıdaki döngüye girdiğinde, o zaman koşarak uzaklaşmak gerektiğini hissediyorum. demek ki hiç anlayamayacağız birbirimizi... 

çok sevgili bir arkadaşım, beynimizin nasıl işlediğini anlatmıştı... yani bir uyaran olduğunda, beyinde izlenen yolların önceden kestirilemez bir şekilde, çeşitli kapıları tıklatıp, ardından çıkanları takip ederek algı-düşünce oluşturduğunu kendi sözcükleri ile ifade etmişti... çok karmaşık bi işlem... belki anlamamışımdır ya da anlatamıyorumdur...

alakasız bir şey daha: geçen gün, otobüste ayağını ezdiğim için özür dilediğim ve uzuuuuunca yüzüme saf saf gülümseyen ve amerikan ellerinde olan, pek sevdiğim bir arkadaşıma benzeyen eleman, ineceğim durağa varmadan çantasını altüst edip özel bişi vermeye çalıştı.. fakat bulamadı ve iyi akşamlar diyerek indim... sonra bugün karşılaştık gene kendisiyle, "love is..." sakızıymış vereceği özel şey... gerçekten güzel bir "özel" nesne bence de.. otobüse binerken açtım sakızı, bakalım aşk bu kez neymiş diye... "aşk... çocukların önünde konuşurken dikkat etmek" miş... hımmmm.... aşık olmak her babayiğidin harcı değil demek ki :) 

4/15/2012

tamamlanmak istemeyen yazı

bir sürü düşünce ve bağrış- çağrış ve bir takım kendini-paralamalar sonucunda, en sonunda bitap düşen bünye, bir harekette bulunmak için kendini zorlamak yerine, akmayı öğrenirmiş... ya da galiba bazen böyle sonuçlar getirebilirmiş... belki de, olan biten herşeyi "zorundalıkla maruz kalma" yerine "kabullenme" perspektifinden görebilmek için, boynu bir veya sayısız kere kırmak sureti ile kulak memesinden daha yumuşak kıvamlar elde edilebilirmiş... bilemiyorum... her bünye aynı da değil ki şimdi genelleme yapayım!

çalışmaya başladım... insan çalışırken, ister istemez adıyor kendini... bütün zaman ve enerjiyi işe yatırınca, kendisi açısından pek üretken olamıyor insan galiba... en azından henüz alışma evresini aşamadığım için sanırım, geçemedim "kendini besleme" kısmına... 

ama, arada bir kaçamak yaptım :) fethiye' de bir yere gittim bir buçuk günlüğüne... yola çıkmadan önce, ciddi stres altındaydım ve dönünce yetiştirmem gereken işler vs nedeni ile ciddi sıkıntı içindeydim yola çıkarken ve bir an "gitmesem mi" diye bile düşündüm... fakat, ölümcül bir ihtiyaçtı yola çıkmak...

pelteleşmiş beyin ve stressten kızarmış vücutla, beklentisiz ve sadece  "görmek-tatmak-öğrenmek" üzere yola vuruldum... bütün yolun tadı ve süprizi bu cümleydi aslında... düşünmeyi durdurunca ve sadece yolda olduğunu bilince, hakkaten tatlı bir balon içinde, dünyaya değmeden, hiç bir şeyi bir yere koymadan, algının merkezinde durup ama dünyanın merkezinde olmadan, var olmak sadece... kendim bile şaştım, o kadar uzun heyecanla gitmeyi yaklaşık 9 aydır beklediğim yerde olmak çok daha heyecan yapar, aşırı sevinir ya da hayal kırıklığı yaratır, ya da işte bir sıfata bürünürdü normalde...  sadece his herşey... beklemeyince kendiliğinden olan...

bir kaç detay daha var bahsetmek istediğim:

gittiğim yerde dikiş diktim... mesela o çok heyecanlıydı... makina, gördüğüm en eski makinaydı... ayakla çalıştırılan ve çocukken dolmuşçuluk oynadıklarımızdan bile eski... önce dilini öğrenmek gerekti... bildiklerimden farklıydı... yan tarafından bir kolla çevrilen makinalardan... makinayı durdurunca ve kolu bırakınca çıkardığı ses, aynı tramvayın ziline benzediği için, bir yandan da diktiğim iz boyunca tramvay sürüyormuş gibi hissettim... bildiğim tüm makinaların çağanozları dairesel ve kendi içinde döner; bu makinada kurşun şeklinde ve onu bir yay üzerinde hareket ettiren bir sürgüsü vardı... çok etkilendim ondan... çok da güzel çalıştık beraber... sonra, akşamüstü utangaç güneş, yanakları kızarıp, tam karşımdan denize daldı cuppala... bu sahneyi daha önce de çok görmüştüm ama, böyle tadını çıkarmamıştım sanırım...

dağlar çok güzeldi... bir yer vardı, iki dağın kesiştiği ve eteklerinde denizi ağırladıkları... ışıklı yağmurun havasının büyüsüyle, öyle bakakalmaktan başka bir şey yapamaz ki insan zaten... orada yaşayanlar hep kafası iyi geziyorlarsa şaşırmam doğrusu...

sonuç: karar verdim, bundan sonra içimden bi ses "şuna ittiyacım var" dediğinde daha çok kulak vereceğim kendisine...