Sayfalar

9/29/2012

GOLGE GOLGE SOYLE BANA!

ben herşeyim ve herşey bense, yani aslında ben diye bişi yoksa, bütün varsa bir tek, şimdi bunu okurken elini başının üstüne götürüp kafanı kaşıdığını düşündüğüm için ben şimdi, sen okurken, sen de elini başının üstüne götürüp kafanı, en olmadı burnunu kaşıdın mı?

bi sayı tut içinden. gerçekten! yazının sonunda söyleyeceğim sayı mı acaba tuttuğun sayı?

farkeder mi? gerçeklik nedir? gözlemci gerçeği gözleyebilir mi ki? gözlemci gözlemeye başladığında algılar da değişmez mi?

ged'in gölgesine sarılması... ama ondan önce ondan korkması, büyüklerinin onu saklaması gölgesinden, sonra korkuyla beklemesi, beklemekten vaz geçip peşine düşüp araması, yanında gelen arkadaşının şefkati ve sonunda hiç kimsenin algılamadığı bir gerçeklik içinde onu bulması, ona sarılması ve artık "bütün" bir insan olması...

mükemmellik kavramını tanımlayan iki şey söyle deseler, bir onun öyküsünü, ikincisi de bruch'un keman konçertosunu söylerim şimdi... şimdiki algıma göre... yarın başka bişi söyleyebilirim tabii ki, bu hakkımı her zaman elimde tutmak isterim...

------zorlamak ve zorlanmak... bir işi zorla yapmak ya da zor olan bişiyi yapmak çok farklı şeyler. kendimi pek çok konuda bişiler yapmaya zorlanmış hissediyorum. zorunda olmaktan ötürü. bazen gönlümüzün aktığı şeyler konusunda kendimizi daha çok dinlesek hayatın daha akışkan ve berrak olacağını düşünmekten alamıyorum kendimi. 

zorlamak istemem kimseyi. en kötüsü, birisini bir konuda bir şeyler yapması için zorlamak zorunda olmak... bu şöyle bişey: beraber yol yapmak için sözleştiğin birini yolda seninle sağ kalabilmesini sağlamak için üstüne düşen şeyleri yapması konusunda zorlamak... insana sorumluluk yükleyen ve zor yapılan aynı zamanda istenerek yapılmayan bir iş... herkes istedediği şeyi yapsa-yapmasa, hiç kimsenin zorlanması gerekmez ve zorlama olmaz hiç bir şey... ama yolda gidilebilmesi için yapılması gereken asgari şeyler varsa, paylaşılması gerekmez mi? en azından öylesi bir durumda olanları ve sonuçları kabul etmek daha kolay olabilir belki...-------

şimdi de herşeyin böyle olmuş olmasının bir nedeni olsa gerek diye bakıyorum... "olan" şeyler kendince olup bitiyor işte. koca evren dönerken bir insanın başına gelen şeyleri hiç umursamıyor bile... hem zaten "iyi ki böyle olmuş" diyoruz ya, "olanı" kabul etmek ve yola devam etmek gibi görünse de, aslında çok ikiyüzlü buluyorum... çünkü öbür türlüsü olsa ona da iyi ki öyle olmuş derdik... çünkü eninde sonunda bizi mutlu edecek taraftan bakmayı becerebilen yaratıklarız. 

peki bu gerçekten mutlu olmak mı yoksa teselli bulmaya çalışmak mıdır?

hiç de bile "iyi ki böyle" olmadı! hiç bi zaman bişilerin sonunda kötüsünü isteyerek yapmayız... yani kötü veya iyi de algımıza göre değişir ama kötü olduğunu düşünmesek aslında, iyi ki böyle olmuş da demeyiz yani değil mi? aslında güzel umut dolu hayallerle yaparız birşeyleri, kendimizce bir takım anlamlar yüklemişizdir yaptıklarımıza... uzun soluklu emek dolu yol sonunda, istenmeyen son geldiğinde ise, sanki bu olan şeyler hiç dokunmamış, rahatsız etmemiş gibi "iyi ki" deriz.

hayır yav, "iyi ki böyle" olmadı! kötü oldu işte! belki bazen derdimizi dinliyormuş gibi yapan, paylaşıyor görünen birileri söyler bize bunu... aslında daha derinlemesine inerek tokatlamaya cesareti yoktur da, iyi ki diyerek geçiştirmek ister... ya da yaran taze bir de ben deşmiyim der alttan alttan...

iyi ki demek riyakardır, samimiyetsizdir, aldatandır ve egomuzun aklımızla elele tutuşup gözümüzü kör ettiği, herşeyi geçiştirdiğimiz yerdir.

iyi ki diyerek geçiştirdiğimiz şey yaşamımız ve yaşama kattığımız anlamlar halbuki... geçiştirmek istemiyorum bunu... çocukken yaşadığımız travmalar bizi şekillendirdiği için "iyi ki" denemez... büyürken aldığımız yaralara sonunda öğrendik diye "iyi ki" diyemeyiz. koca insanlar olduğumuzda yaptığımız hatalara ya da başımıza açılan işlere "iyi ki" denemez... bebek düşünce "iyi ki" nasıl denir? dedim işte! halbuki olanı oturup hakkını vere vere irdelemek ve acısını-yasını yaşamak gerek... iyi ki diyerek görmezden gelmek mutlu etmez çünkü gerçekten, anlık teselli verebilir ancak... sonunda, gerçekten sindirdiysek belki nötr bir sesle şöyle diyebiliriz "böyle oldu". tuttuğun sayı ya üç ya da beş olabilir bence... 

9/21/2012

eylül ekim ayları, paslanır akıl bagları!

dadan dan dadan! geçen 4 senedir eylülle başlayıp ekimle biten bir takım olaylar karşısında çok güçlü durulabileceğim konusunda bu kadar ikna olmuşken, meğersem daha tekne kazıntıları varmış temizlenmesi gereken...hele ki son iki senedir ağustos sonunda başlayan huzursuzlanma ve kalp sızıntıları ve sıkışmalarının anlamlarına dair emin olmasam da yaklaşık bir fikre sahip olabildim sanırım... "bişey olcak anneeciiiim" diye korkarken, "bişiler olmuştu, amanın" diyerek, aklımın dimağımın durma derecesinde kilitlenebiliyor olması ne garip... atlattım sanıyor insan... sonra birşeyler oluyor ve hop diye su üstüne çıkıyor koca bir buz kütlesi, çözülmeyi bekleyen...
düşünmek ve anlamaya çalışmak iyi hoş tabii ki... yine de belki de bazen hiç düşünmeden ve sorgulamadan; baş etmeye çalışmadan, bir şey öğrenmem gerek diye kasmadan;  sadece insan olduğumuz için acı çektiğimizi hatırlayıp sonuna kadar yaşamak gerekiyordur acıyı... hatta belki de gerçek anlamda baş etmemizi sağlayacak ve "seneye bir kez daha hatırlatmayacak" tek yol budur, kim bilir.
aslında bu ayların çok güzel olması gerekiyordu yahu... yine de ilk baharı daha çok seviyorum...


9/19/2012

ASLINDA BIR KONU VAR - 2

bir önceki versiyonda şunu söylemiştim: "o'sensei ueshiba'nın da dediği gibi, acaba karmaşayı çözmek için tam ortasına mı girmek gerek mesela? " zaten karmaşa geliyor eliyle ayağıyla ve çözülmek sorunda kalıyor sanki...

doğruları çizerken nasıl davrandığımı tam olarak göremediğimi anladım. insan, içinde bulunduğu hissiyat ve hal içindeyken, o "an ve durum" için doğrularını çiziyor işte. bir yanlışın tam karşıtını yapmak, doğru olmuyor örneğin. bir örnekte kötü sonuç almak, o şeyi yanlışlamıyor. her durumun bileşeni birbirinin aynı olmuyor mesela. ama bunu anlamak için on tane yanlış yapmak gerekebiliyormuş benim için. 

şimdi bakınca, önceden yazdığım bir sürü şeyi sadece anı olarak saklamak gerektiğini düşünüyorum. "doğrusu şöyledir, böyledir" diye anlattığım pek çok şey, belli bazı durumlarda yine doğru olabilir tabii ki, inanç sistemlerinin kendi içindeki tutarlılıklarını takdir etmek gerek. yine de, şimdi bakınca düşündürtse de, nafile "kontrol altında tutma, korunmaya çalışma, kaçma" çabaları gibi geliyor kendi adıma... ailelerimizin "benim olmadı yavrumun olsun" diyerek herşeyi önümüze sermelerinde yaptıkları hata gibi... bir şeyden duyduğumuz rahatsızlığı, o şeyleri düzenlemek yerine tamamen ortadan kaldırmak ya da tam tersini yapmakla kendimizi nasıl daha da dar sınırların içine sokuyoruz... "ailemle sıkıntım var, madem öyle ailem olmasın" demek gibi... "aidiyet beni bozdu, hiç ait olmayayım" demek gibi, "evlilikler boktan sonuçlandı o zaman hiç evlenmeyeyim" gibi, "okul hayatımızı bok etti, hiç kimse okula gitmesin" demek gibi... halbuki hepsinin düzenlenebilir ve yeniden tanımlanabilir olması mümkün, değil mi?

bütün doğrular arasında bir tane denge noktası olmayabilir yani. dengeyi bulmak amaçlı davranınca da belki, gözlemcinin etkisi ile bütün dengeler yitebilir... akıp gitmek, dengesizken de yapılabilir belki...

acaba düşünmeyi bilmiyor muyum cidden yahu? 

9/13/2012

SIFIR YUTAR, BIR BAKAR!

bir "Bir" varmış. Bir, Beş'e çok özenir ve onun gibi olmaya çalışırmış... bunun nedeni onu çok sevmesi ve söylediği herşeye çok değer vermesiymiş; çünkü herkes Beş'e o çok sevimli ve değerli biri gibi davranırmış. ama Beş de bir rakam olduğundan mükemmel değilmiş. aslında Sıfır hariç hiç bir rakam ya da sayı mükemmel olamazmış istese de. hiçlik herşeyin geldiği ve gideceği tek yerdir çünkü ve kimseye bir zararı yoktur. Sıfırın tek kötü yanı, diğer rakamların gözünde, çarpma işleminde herşeyi yutmasıymış. arkasından herkesin "işte yutan eleman geliyor..." diyerek homurdandığını duyarmış. kendisi mekanlara girmeden önce gelen şen kahkaha sesleri kesilir, ortama ağır bir ciddiyet hakim olurmuş...

Bir'in öyküsüne döneyim, sıfırdan çok bahsedeceğim daha... Beş de mükemmel değildir tabii ki; siz o kocaman yuvarlak karnının çok yemek yemekten olduğunu mu sanıyorsunuz? insanlarda çok yemek karın şişirebilir ancak rakamlarda durum biraz farklıdır... aslında o kocaman şiş karın, Beş'in kocaman egosudur. örneğin Dokuzun bir zamanlar çok güçlü bir egosu varmış... çok aşağılar, çok yüceltir, çok sinir bozucu olabilirmiş ama yaş farkından dolayı bütün rakamlar ona saygılı davranmaya çalışırlarmış. günlerden bir gün, dokuzun bir kuyunun yanında dinlenirken, bir kelebek gelip burnuna konmuş. "ben inek miyim, git ineklerin burnuna kon" diye kelebeği kovalamaya çalışırken dengesini yitirip kuyuya düşeyazmış. tek eliyle kuyunun kenarına tutunup kendini kaldırmaya çalışıyormuş. ancak heyecandan ve başına gelen öfkeden çılgına döndüğü için elleri terlemiş ve yavaş yavaş aşağıya kaymaya başlamış. işin kötü tarafı, Dokuz farkında değilmiş ama o kuyunun bir özelliği varmış: kuyu su kuyusu değil, ruhları boyutlar arasına sıkıştırıp hapseden bir kapıymış. neyse, bütün çarpık işler ve karmaşaların düzenleyicisi sıfır tam o anda kuyunun başında belirmiş ve yardım etmek istediğini söylemiş. Dokuz, düşerse ruhunun sonsuza kadar boyutlararası yerde sıkışacağından ve huzur bulmayı beceremeyeceğinden habersiz, Sıfıra terslenmiş. "bugün ölmeyeceğim ben tamam mı, beni hiçliğe gönderemeyeceksin! zaten başıma gelenler yeterince kötü, bir de sen gelme üstüme" diye bağırmaya başlamış. o zamanlar  dokuzun bacakları da oldukça tombulmuş, handiyse Sekiz le ikiz gibiymiş, ama o kadar dengeli değilmiş... Sıfır, Dokuza, kuyuda onu bekleyen tehlikeyi anlatmaya çalışmış. onu yutmak gibi bir niyeti olmadığını ve elindeki ipe sıkıca tutunursa yukarı çıkmasına yardım edeceğini söylemiş. ancak Dokuz o kadar inatçıymış ve küstahmış ki, "tuzağına düşmeyeceğim tamam mı!" diye bağırmaya başlamış. derin bir nefes alan Sıfır, bu arada ipe ilginç bir düğüm atıp, kement yapmış. "ne olur ne olmaz, ipi sarkıtıp bacaklarından geçirirsem bunun koca kafası takılır, ben de çekerim yukarı" diye düşünmüş. tam o sırada, karnı acıktığı için midesi gaz yapan boyutlararası yer, hafifçe geğirmiş. fakat Dokuzun dengesi iyice kaybolmuş ve tam düşecekken sıfır onu kurtarmış. Dokuz, günlerce titreme nöbeti geçirdikten sonra, kendine gelmiş ve artık boynu biraz daha eğik, bacakları da daha sıskaymış. pratikte olmasa da kafasında bir şeyleri fark etmiş olması nedeniyle kendini yüceltmeye devam ettiği için, koca kafası olduğu gibi kocaman kalmış.

ancak Beş hiçlikle veya boyutlararasının mide gazıyla başbaşa kalmamış. çok ilginç olaylar gelmiş başına evet, çok ilginç ve beklenmedik şeylerle yüzleşmek zorunda kalmış, doğrudur... ama onun o dümdüz kafası yok mu, hiç eğilip bükülmeyen kafası, o koca göbeğini görmesin diye aklını kullanıp dümdüz gösterirmiş kendini... aslında Beş çok iyidir, çok tatlı bir rakam olabilir istediğinde, eğlenceli de olabilir... ama işte kafası-aklı dümdüzdür onun... herşey onun aklının gösterdiği gibi olmalıdır. eğer aklının çizgisine paralel gitmiyorsa diğer rakamların akılları, onları görmezmiş bile... bu nedenle de, hep aynı şeyleri yaşar durur ancak bir gram değişmezmiş... bizim Bir de işte koymuş kafasına, herkes bire özenli davranıyor, iyi davranıyor diye, ona benzemek istermiş...

ey Bir! bir dönüp bak kendine! hiç ilgin alakan var mı senin Beş'le! Bir, dışarıdan çok zavallı görünür. etkisiz eleman işte sonuçta. tek istediği şey sevilmek garibimin... bütün rakamlar onu sevsin diye o kadar çok çaba sarfediyor ki, cıscıbıl incecik bir şey... ama burnu var onun da... dik bir burun, ne Beş'in ne Yedi'nin dik akıllarına paralel, ne diğerleri gibi yuvarlak, yumuşak... bir tek dörtle uyuşur bir hali var biraz... aslında, bu tam 45 derecelik açıda olması burnunun onun hem avantajlı hem de dezavantajlı olduğu kısmı da, bunu farketmesi uzun yıllar aldı... bu açı ona bütün diğer rakamların gözünden dünyanın nasıl bir yer olduğunu gösteriyor. empati diyebiliriz aslında sanırım, morfolojik avantaj kaynaklı manevi empati... hatta öyle bir şey ki, Bir'in neredeyse etkisiz eleman olmasının nedeni bu açı! örneğin bir gün Yedi gelip Üçten şikayet ediyor, sonra da Üç gelip Yedi'den yakınıyor. Bir, ikisine de hak veriyor aslında, çünkü ikisinin açısını da anlayabiliyor. Üç çok yuvarlak kafa, çok düşünüyor, ancak tek yönlü egosu nedeniyle çok saçmalayabiliyor. (üçün akıl ve gövde göbekleri aynı yöne bakar dikkat ediniz)... Yedi düz kafalı düz mantıklı bir rakam... Üçün söylediği bazı şeyleri anlayamıyor, özen göstermiyor... yazık... aslında evliliklerindeki en büyük problem, hangisinin daha asal sayı olduğu konusunda uzlaşamamış olmalarından. Bir, şöyle söylüyor ikisine de, " ikiniz çok farklısınız, ama uzlaşmak zorunda da değilsiniz... hanginiz daha asal diye sormayın, ikiniz de asalsınız, bu yüzden berabersiniz.. keşke güçlerinizi birleştireseniz, o zaman çok çeşitli ve güzel bir hayatınız olurdu!" ama ikisi de bunu anlayamıyorlar ve sanki Bir bir uzaylıymış gibi bakıyorlar ona... birin derdi bir tane değil... kendisini sevdirme çabası bir yana, kendisinin neyi sevip neyi sevmediğini iyi bilir... ayrıca başkalarının da neyi sevip sevmediğini anlaması daha kolay olur. bu nedenledir ki, Bir, kendi istemediği şeyleri başkasına yaşatmamaya, yapmamaya çalışır. Çoğu rakam onun kafasının nasıl işlediğini anlamadığından pek, anlam veremezler onun böyle davranışlarına, "eziksin sen", "niye böyle eziksin sen" diyip dururlar Bir'e.. Halbuki bunun ezik olmakla bir ilgisi yoktur, kendine değer vermemekle de ilgisi yoktur: kendisi nasıl davranış görmek istiyorsa öyle davranıyordur... ancak, herkes onun gibi olmadığından, kendi kendine yarattığı doğrular-yanlışlar ve olan biten arasında çok kalmış bir. çoğunlukla da yalnız kalmış, yalıncacık... neyse ki onu taşıyan güçlü bir kaidesi var ayaklarının altında... bu kaide ona kendini hatırlatıp durduğu için şanslı gerçekten. yoksa kaybolur giderdi Bir de...

Velhasılı, bir etkisiz eleman olmaktan çok sıkılıyormuş... keşke kendi gibi bir rakam olsa da yalnız hissetmese bari kendini diye düşünüyormuş ve hayatını bir işkenceye çeviriyormuş. ama, günlerden bir gün, Sıfırla karşılaşmış Bir... herkesin korktuğu, hiçliğe giden kapı, Sıfır!

önce korkmuş, donakalmış... tam da öyle donakalmış ki, sıfırın gözlerine bakıyormuş doğrudan... dipsiz ama sonsuz hiçliği görmüş gözlerinde Sıfırın... gevşemeye başlamış... anlamış ki korku bir amaç değil bir araçtır... sonra çorap söküğü gibi gelmiş gerisi... sıfırla çok zaman geçirir olmuş bir... hiç konuşulmayan huzur zamanları... rakam ille de çarp beni demezse, çarpmazmış ki Sıfır zaten ve varlığının nedeni, rakamlara özlerini hatırlatmakmış... bu olaydan sonra Bir, herşeye daha farklı bakmaya başlamış... yine etkisiz elemanmış örneğin, ama bundan rahatsız olmuyormuş aksine işine geliyormuş öyle olmak... artık Bir'icik olduğunu anlamış ve bundan çok mutluymuş... yine de, hayat bazen garip şeyler getirebiliyor rakamlara da.. yine kafasını karıştırıyormuş Bir'in, yine içi çalkalanıp bulanıp saçmaladığı aptallaştığı şeyleri çözmek için garip hareketler yapıyormuş.. e o da bir rakam ve hiç bir rakam Sıfır gibi mükemmel olamaz...

9/10/2012

Anoreksik Kafa Anoreksik Hayatta Bulunur

günler 48 saat fln olsa, hem yazı yazsam, hem grafik tasarım yapsam(ama zorundalıktan değil, gönlümden geçen şeyler için), hem dikiş diksem, hem dans etsem, hem bisiklete binsem. durup sadece okumak- durup sadece dinlemek için zamanım olsa, kaygılanmasam geçen zamana... doyasıya uyusam vicdan azabı çekmeden... sevdiğim herkesi görebilsem, behçeyle uğraşabilsem... şimdi çoğunu yapamıyorum. yapsam da ondan ona koşmayla geçiyor ve hiç bir şey anlamıyorum yaptıklarımdan; zamanla içi boşalıyor ve pratik ihtiyaçları karşılamak için yapılan işlere dönüşüyor. (insan gibi yemek yapıp, kek yapıp, keyifle yemeyi özledim yahu!)

Yaptığımız işlerin içini, aldığımız keyifle, kattığımız anlamla, üstünde geçirdiğimiz zaman içinde edindiğimiz anlayış ve deneyimle doldurmazsak, ne anlamı kalır o işleri yapmamızın?

son bir aydır, robot gibi çalışmaya çalışıyorum ama artık işe yaramıyor ve çıkan işlerim de beğenilmiyor böyle olunca. beyni hem fiziksel olarak cevizle ve bademle beslemek gerekiyor, hem de manevi şeylerle... sürekli  bilgisayar başında çalıştığım için, blogları okuyup, fotoğraflara bakıp, videolar izleyerek beslemeye çalışıyorum kendimi. bir şeyler katıyordur elbet ancak gerçek hayat deneyimi gibi olmuyor tabii ki... yapılan bir şeye bakmakla, bir şey yapmak arasında büyük fark var sonuçta...

hayata, gerçek anlamda yaşam katmayınca, sonunda anoreksik beyin ve ruh haliyle, anoreksik işler çıkıyor böyle... bir şeylerin değişme zamanı gelmiş demek ki! bakalım bu kez nasıl bir çözüm bulacağım? merakla bekliyorum kendimi...

9/06/2012

ASLINDA BIR KONU VAR

dün bir sürü huzur ve ermişlik edasıyla bir yazı yazdım ya hani... 

(burada yasemin mori) aslında bir konu var (isimli şarkısını söylemeye başlar...) çözemiyorum...

bilgi ve davranış biçimlerimiz üzerine düşünüyorum... hepimizin yargıları var. karşılaştığımız herşeyle ilgili bir sürü şey geçiyor aklımızdan ve öğretilmiş- düşünülerek ulaşılmış-deneyimler sonucu edinilmiş-pişmiş-kaçmış bir takım bilgileri kullanarak bir takım sonuçlara ulaşıyoruz değil mi? sonra, bu sonuçları değerlendirip, içlerinden bazılarına tutunup öyle tepki gösteriyoruz. peki iyi de, bunların doğruluğundan nasıl emin oluyoruz?

merak ediyorum, her karşılaştığı etki karşısında, oturup düşünüp, ön yargılarını bir kenara bırakmaya çalışıp, bir o pencere, bir bu tencere ve bir de çatıdan bakarak hareket eden var mı? bazen alıklığım mı tutuyor  yoksa, boşuna mı bu kadar her köşeye taşınıp, düşünüp hareket etmeye çalışıyorum? doğrusu ne, bilmiyor muyum?

aslında bir doğru var(böyle bir şarkı bilmiyorum henüz); insanın kendi doğrusu... eğer kendi doğrusu, genel doğrularla uyuşmuyorsa birinin, o zaman işte, hem öbür hem kendi doğruları arasında bir yerde dengede kalabilmek için sanırım, empati yeteneğini devreye sokarak, genel doğruları en azından anlaşılır bir dizge içinde algılamaya çabalar o biri. bu durumda işte, farklı doğruların sınırları belirginliğini yitirir ve belki bazen iç içeymiş gibi görünebilir. benim koskocaman karman çorman pek seviyor böyle anları, tam ona göre örneğin. genel doğru ile kendi doğrusunu uzlaştırabilince daha huruzlu ve mutlu bir hayata sahip olabileceğini düşünüyor ya insan hani, kendi deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum: yalan!

bazen de öyle net bir şekilde emin olabilir ki kişi, iki doğrunun hiç bir noktada kesişmediğine; yüz kere deneyip görmüştür ki... inatla kendi doğrusu boyunca hareket eder. ama, bu davranışın da sonu mutluluk olmaz; kendini gerçekleştirmek diye düşünür insan, ama, mutlu olmaz işte, huzurlu da...

bir yerde, en az iki doğruyu da taşıyabilecek bir denge noktası olması gerek. kabul etmek ve akmak, düşünmeye gerek duymadan sadece hareket edebilmeyi sağlayacak bir nokta! sanki o noktayı bulursam çok rahatlayacakmışım gibi bir his var içimde.

o'sensei ueshiba'nın da dediği gibi, acaba karmaşayı çözmek için tam ortasına mı girmek gerek mesela? ya da karmaşayı olduğu gibi kabul etmek? kargılaşmadan, odunlaşmadan...

çözemiyorum işte... belki daha çok pratik yapmak gerekiyordur bu denge konusunda, ta ki çinli akrobatlar kadar esnek ve konsantre olmayı öğrenene dek...

NELER OLUYOR HAYATTA

uzundur yoktum blogda... bir süredir yaşadıklarımdan edindiğim, dıbıdıbıdım birtakım didaktik bilgileri hemencecik yazıp kaçmak niyetindeyim... mutsuzluğu ve kaygıları hep dışarı yansıtıp, dönüp kendine bakmama şımarıklığı içindeyken şöyle bir soru sormuştum: "bir şehir biter mi?" bu şehrin bittiğini ve uzaaaak uzaaaak diyarlara gitmek gerektiğini düşünüyordum bir süredir. "halbuki elini taşın altına koymak" diye bir deyim var değil mi?bir de kendisi olmak şeklinde garip bir deyim de var.

örneğin: "kendim olmaktan çok sıkıldım" cümlesinde, aslında kendi olmayı çözmekle ilgili bir derdi olan ve bundan kelli sıkıntı içinde olan insanın, içinde bulunduğu durum anlatılır. bir de "kendim olmak için yola çıkıyorum" cümlesindeki anlama bakarsak, burada sözü eden kişi şunu demek ister: " yahu içime atıp atıp biriktirdiğim hayallerim var, isteklerim var, bunların bana getireceği belki milyon tane keyif-acı-sevinç-bilgi vs var... dur ben bir bulayım şunları, oldurayım da göreyim, neymişim "kendim" dediğim."  işte ikinci cümlede, kişinin eli, taşın altına girmeye razı olmuştur bile!

ben de baktım, baktım, baktıııım, koskocaman karmançorman ile ve kontrolcü kontes ile çok kereler boğuştum, derinlere daldım çıktım, güneşi izledim, ters-yüz ettim kendimi ve dedim ki: "kızım, bu şehir tek bir şehir değil; içiçe, katman katman; tıpkı sen ve başka insanlar gibi... var mısın o katmanları keşfetmeye! var say ki bu sokaklar hiç bilmediğin sokaklar... var say ki, hiç kimseyi tanımıyorsun burada... de ki dünyanın öbür ucundaki izmir'desin, o zaman nasıl bakardın buraya? ne düşünür, ne algılardın?"

açıkçası, önümde yepyeni bir şehir inşa olmadı tabii ki, anca animasyonlu filmlerde oluyor galiba... yine de, ne keyif veriyorsa o yöne gitmeye başladım. o yollar birleşti, kesişti, gidip melez güzeli kumral bir bisiklet edindim kendime: uzundur hayalimdi bisiklet ile gezmek... onunla yolculuklarımız boyunca yeni insanlarla tanıştım, daha önce hiç bakmadığım şekilde bakmaya başladım. yol arkadaşlarım ve yokuşlar ve çukurlar dediler ki "hayata karşı seçici geçirgen ol, olanı biteni anla, kabullen, geride bırak ve akarak devam et... dengede kalmanın en kolay yolu bu çünkü! ve sen akıp gitmeyi yapabildikçe, istediğin ve sevdiğin herşey sana doğru akmaya devam edecek... işin sevdiğin iş, bakışın sevdiğin bakış, çevrendekiler sevdiğin insanlar ve şehir sevdiğin şehir olacak... özgürlüğün tadını çıkarmak böyle bir şey işte! çünkü, herşeyi olduğu gibi kabul edince, zorunluluklar ve sıkıcı bağlar kalmaz seni bir yerde tutan; bilirsin ki herşey olması gerektiği gibi."

asıl vurucu nokta, sonra dank etti kafama... sürekli soruyordum, acı çekmeden, hatta mutlu olarak öğrenmek mümkün olamaz mı, bence olmalı!"  diye; şimdi bayram ediyorum, zil takıp oynuyorum sevinçten ki, mümkünmüş işte! 

bir sonraki adımda güzel esmer bir fotoğraf makinesi edinip, rengarenk grafittiler ve hızlı trenler boyunca gördüğüm eski güzel rum evleri ile haşır neşir olmak istiyorum. bakalım o zaman neler olacak...

bu arada, "bağcıyı mı dövsek, üzümü mü yesek? dövmek istemediğimiz ama dövmedikçe üzüm vermeyen bağcılarla ne yapsak? bütün bağcılar aynıysa, üzümden ve şaraptan vaz mı geçsek" konusunda bir takım gelişmeler kaydediyorum sanki içimde... bir sonuca ulaşacak biliyorum... o da ayrı bir hikaye...