1/02/2014
yıldız ağacı
bu gezegen, akıl almaz olaylar yaratabilirmiş; kimi zaman muhteşem güzellikler, kimi zaman üzücü öyküler; birine göre güneş salına salına ışır, başka birine göre kara bulutlar gökyüzünü sararmış… bizim buralardaki fizik kuralları orada işlemezmiş… herşeyin oluşu tamamen gezegen sakinlerinin hislerine, rüyalarına ve hayallerine göre gerçekleşirmiş. hatta, öyle ki aynı anda aynı yoldan giden iki farklı kişiye yolda neler oldu diye sorsanız, çok başka öyküler anlatabilirmiş bile! kimisinin endişesi tek boynuzlu bir canavar olarak karşısına dikilirken, bir başkasının sevinci, papatyalar ve gelincikler olur süslermiş yolu… bazen etrafına mini mini konfeti baloncuklar saçan kuşlar geçerken, bazen çiçekler osuran ama korkunç bir ejderha ile bile karşılaşabilirmişsiniz… gezegenin sakinlerine sorsanız, kimisi bu yolculukları her haliyle çok sever, yolları keşfe çıkarmış; kimisi de pek öyle gezmekten haz etmez, minik güzel kulübeleri ve komşuları ile takılarak keyif çatmayı severlermiş… hepsi de güzel, hepsi de kendi halindeymiş…
"yolcu" sakinelerden biri, bazen yolda oturur ağaçları seyre dalar, onları bir şeylere benzetirmiş… aslında, o ne hayal etse, ağaçların o şekle girdiğini unuturmuş bile bazen…
bir gün, kendini dinlenmeye çektiği, patikalardan birinde giderken, cılız bir ağaca raslamış. bu patikadan daha önce geçtiği halde onu hiç farketmemiş ve bu yüzden hem şaşırmış hem de içini bir merak salmış. daha yakınına gitmiş ağacın ve yaklaştıkça daha da güzel gelmiş ağaç gözlerine… "neden bu kadar cılızsın" diye sormuş kadın, bakmış ki biraz su ve biraz yeni toprak gerek… ona su ve toprak taşımış yolu oradan geçtikçe. her gittiğinde, ağacın yaprakları altından birer yıldız parlamaya başlamış ve kadın, yıldızlı ağacı çok sevmiş; kadın sevdikçe ağaç güzelleşmiş.
-bu kadın, her zaman "yolcu" değilmiş… eskiden de bir ağacı ve ağacın bahçesinde bir kulübesi varmış. yanlış okumadınız! kulübeyi oraya yapmasının nedeni, ağacın kendisiymiş. yine arada küçük gezintilere çıkarmış herkes gibi. bir gün bu gezintilerden birinde, bir kabusla karşılaşmış. bu kabusla boğuşurken, kulübenin izini kaybetmiş ve ardarda geçtiği kötücül yollarda giderken, artık dönecek bir kulübesinin olmadığını çünkü ağacın gerçekten var olup olmadığını hiç bilemeyeceğini hissetmiş… gezegenin doğası gereği, olan her şey hayal ve his meselesi… yaşadığı bu şeyler kadını çok üzmüş, farketmediği halde, yıllar sonra bile onu korkutan-acıtan yaralar bırakmış… sonunda, dönecek yeri olmadığına göre, yepyeni hayaller kurup, yepyeni yollara çıkmış ve böylece "yolcu" olmuş…-
zaman içinde yaşadığı kabusları ve kötücül yolculukları unuttuğunu sanan ve mutlu mutlu yıldız ağacına koşan kadın, ağacın yıldızları parladıkça ve içini ısıttıkça, çıktığı yolculuklardan dönüşlerde zorlanmaya başlamış. bir an önce ağaca varmak istediği halde karşısına kocaman zırhlı ejderhalar çıkıyor, karabasan isimli o karanlık ve korkunç yaratık yoluna tuzaklar kuruyor ve sürekli canını yakıyormuş. kadın, bu kabusların nedenini biliyormuş: unuttuğunu sandığı o yolculukları tekrar yaşamaktan korktuğu için, şimdi, sürekli yeni yeni kabuslar türetip duruyormuş. yine de, her kabusta bir parça daha iyileşip, bir parça daha güzel hayal kurabilmeye başlamış… hatta, belki uzun yolculuklara çıkmak yerine, yakın yolculuklarla yetinmeyi düşünmeye başlamış. işte, tam böyle düşünürken, ağacın yanına varmış; kendi kabusları ile uğraşmaktan besleyemediği ağacın yapraklarını solgun, yıldızlarını sönük bulmuş. anlayamamış önce, neden böyle olduğunu… sonra konuşmuş onunla, yola çıkmamış yanında kalmak için. dibinde oturup güzel hayaller kurmuş yıldızların ışıklarını beslemek için, şarkılar söylemiş, öyküler anlatmış… ama nafile çünkü ağacı beslemek için bu kadar uğraşırken, hep onu kaybetmekten korkmuş… korktukça işe yaramaz hale gelmiş şarkılar ve hayaller… korku gittikçe büyümüş; büyüdükçe yırtıcı avcı kuşlar saldırmaya başlamış. avcı kuşlar, ağacın yıldızlarını koparıp koparıp mideye indirmişler… kadın, korkusundan kurtulmuş, ama artık ne yıldızlar varmış, ne ağaç…
9/13/2012
SIFIR YUTAR, BIR BAKAR!
bir "Bir" varmış. Bir, Beş'e çok özenir ve onun gibi olmaya çalışırmış... bunun nedeni onu çok sevmesi ve söylediği herşeye çok değer vermesiymiş; çünkü herkes Beş'e o çok sevimli ve değerli biri gibi davranırmış. ama Beş de bir rakam olduğundan mükemmel değilmiş. aslında Sıfır hariç hiç bir rakam ya da sayı mükemmel olamazmış istese de. hiçlik herşeyin geldiği ve gideceği tek yerdir çünkü ve kimseye bir zararı yoktur. Sıfırın tek kötü yanı, diğer rakamların gözünde, çarpma işleminde herşeyi yutmasıymış. arkasından herkesin "işte yutan eleman geliyor..." diyerek homurdandığını duyarmış. kendisi mekanlara girmeden önce gelen şen kahkaha sesleri kesilir, ortama ağır bir ciddiyet hakim olurmuş...
Bir'in öyküsüne döneyim, sıfırdan çok bahsedeceğim daha... Beş de mükemmel değildir tabii ki; siz o kocaman yuvarlak karnının çok yemek yemekten olduğunu mu sanıyorsunuz? insanlarda çok yemek karın şişirebilir ancak rakamlarda durum biraz farklıdır... aslında o kocaman şiş karın, Beş'in kocaman egosudur. örneğin Dokuzun bir zamanlar çok güçlü bir egosu varmış... çok aşağılar, çok yüceltir, çok sinir bozucu olabilirmiş ama yaş farkından dolayı bütün rakamlar ona saygılı davranmaya çalışırlarmış. günlerden bir gün, dokuzun bir kuyunun yanında dinlenirken, bir kelebek gelip burnuna konmuş. "ben inek miyim, git ineklerin burnuna kon" diye kelebeği kovalamaya çalışırken dengesini yitirip kuyuya düşeyazmış. tek eliyle kuyunun kenarına tutunup kendini kaldırmaya çalışıyormuş. ancak heyecandan ve başına gelen öfkeden çılgına döndüğü için elleri terlemiş ve yavaş yavaş aşağıya kaymaya başlamış. işin kötü tarafı, Dokuz farkında değilmiş ama o kuyunun bir özelliği varmış: kuyu su kuyusu değil, ruhları boyutlar arasına sıkıştırıp hapseden bir kapıymış. neyse, bütün çarpık işler ve karmaşaların düzenleyicisi sıfır tam o anda kuyunun başında belirmiş ve yardım etmek istediğini söylemiş. Dokuz, düşerse ruhunun sonsuza kadar boyutlararası yerde sıkışacağından ve huzur bulmayı beceremeyeceğinden habersiz, Sıfıra terslenmiş. "bugün ölmeyeceğim ben tamam mı, beni hiçliğe gönderemeyeceksin! zaten başıma gelenler yeterince kötü, bir de sen gelme üstüme" diye bağırmaya başlamış. o zamanlar dokuzun bacakları da oldukça tombulmuş, handiyse Sekiz le ikiz gibiymiş, ama o kadar dengeli değilmiş... Sıfır, Dokuza, kuyuda onu bekleyen tehlikeyi anlatmaya çalışmış. onu yutmak gibi bir niyeti olmadığını ve elindeki ipe sıkıca tutunursa yukarı çıkmasına yardım edeceğini söylemiş. ancak Dokuz o kadar inatçıymış ve küstahmış ki, "tuzağına düşmeyeceğim tamam mı!" diye bağırmaya başlamış. derin bir nefes alan Sıfır, bu arada ipe ilginç bir düğüm atıp, kement yapmış. "ne olur ne olmaz, ipi sarkıtıp bacaklarından geçirirsem bunun koca kafası takılır, ben de çekerim yukarı" diye düşünmüş. tam o sırada, karnı acıktığı için midesi gaz yapan boyutlararası yer, hafifçe geğirmiş. fakat Dokuzun dengesi iyice kaybolmuş ve tam düşecekken sıfır onu kurtarmış. Dokuz, günlerce titreme nöbeti geçirdikten sonra, kendine gelmiş ve artık boynu biraz daha eğik, bacakları da daha sıskaymış. pratikte olmasa da kafasında bir şeyleri fark etmiş olması nedeniyle kendini yüceltmeye devam ettiği için, koca kafası olduğu gibi kocaman kalmış.
ancak Beş hiçlikle veya boyutlararasının mide gazıyla başbaşa kalmamış. çok ilginç olaylar gelmiş başına evet, çok ilginç ve beklenmedik şeylerle yüzleşmek zorunda kalmış, doğrudur... ama onun o dümdüz kafası yok mu, hiç eğilip bükülmeyen kafası, o koca göbeğini görmesin diye aklını kullanıp dümdüz gösterirmiş kendini... aslında Beş çok iyidir, çok tatlı bir rakam olabilir istediğinde, eğlenceli de olabilir... ama işte kafası-aklı dümdüzdür onun... herşey onun aklının gösterdiği gibi olmalıdır. eğer aklının çizgisine paralel gitmiyorsa diğer rakamların akılları, onları görmezmiş bile... bu nedenle de, hep aynı şeyleri yaşar durur ancak bir gram değişmezmiş... bizim Bir de işte koymuş kafasına, herkes bire özenli davranıyor, iyi davranıyor diye, ona benzemek istermiş...
ey Bir! bir dönüp bak kendine! hiç ilgin alakan var mı senin Beş'le! Bir, dışarıdan çok zavallı görünür. etkisiz eleman işte sonuçta. tek istediği şey sevilmek garibimin... bütün rakamlar onu sevsin diye o kadar çok çaba sarfediyor ki, cıscıbıl incecik bir şey... ama burnu var onun da... dik bir burun, ne Beş'in ne Yedi'nin dik akıllarına paralel, ne diğerleri gibi yuvarlak, yumuşak... bir tek dörtle uyuşur bir hali var biraz... aslında, bu tam 45 derecelik açıda olması burnunun onun hem avantajlı hem de dezavantajlı olduğu kısmı da, bunu farketmesi uzun yıllar aldı... bu açı ona bütün diğer rakamların gözünden dünyanın nasıl bir yer olduğunu gösteriyor. empati diyebiliriz aslında sanırım, morfolojik avantaj kaynaklı manevi empati... hatta öyle bir şey ki, Bir'in neredeyse etkisiz eleman olmasının nedeni bu açı! örneğin bir gün Yedi gelip Üçten şikayet ediyor, sonra da Üç gelip Yedi'den yakınıyor. Bir, ikisine de hak veriyor aslında, çünkü ikisinin açısını da anlayabiliyor. Üç çok yuvarlak kafa, çok düşünüyor, ancak tek yönlü egosu nedeniyle çok saçmalayabiliyor. (üçün akıl ve gövde göbekleri aynı yöne bakar dikkat ediniz)... Yedi düz kafalı düz mantıklı bir rakam... Üçün söylediği bazı şeyleri anlayamıyor, özen göstermiyor... yazık... aslında evliliklerindeki en büyük problem, hangisinin daha asal sayı olduğu konusunda uzlaşamamış olmalarından. Bir, şöyle söylüyor ikisine de, " ikiniz çok farklısınız, ama uzlaşmak zorunda da değilsiniz... hanginiz daha asal diye sormayın, ikiniz de asalsınız, bu yüzden berabersiniz.. keşke güçlerinizi birleştireseniz, o zaman çok çeşitli ve güzel bir hayatınız olurdu!" ama ikisi de bunu anlayamıyorlar ve sanki Bir bir uzaylıymış gibi bakıyorlar ona... birin derdi bir tane değil... kendisini sevdirme çabası bir yana, kendisinin neyi sevip neyi sevmediğini iyi bilir... ayrıca başkalarının da neyi sevip sevmediğini anlaması daha kolay olur. bu nedenledir ki, Bir, kendi istemediği şeyleri başkasına yaşatmamaya, yapmamaya çalışır. Çoğu rakam onun kafasının nasıl işlediğini anlamadığından pek, anlam veremezler onun böyle davranışlarına, "eziksin sen", "niye böyle eziksin sen" diyip dururlar Bir'e.. Halbuki bunun ezik olmakla bir ilgisi yoktur, kendine değer vermemekle de ilgisi yoktur: kendisi nasıl davranış görmek istiyorsa öyle davranıyordur... ancak, herkes onun gibi olmadığından, kendi kendine yarattığı doğrular-yanlışlar ve olan biten arasında çok kalmış bir. çoğunlukla da yalnız kalmış, yalıncacık... neyse ki onu taşıyan güçlü bir kaidesi var ayaklarının altında... bu kaide ona kendini hatırlatıp durduğu için şanslı gerçekten. yoksa kaybolur giderdi Bir de...
Velhasılı, bir etkisiz eleman olmaktan çok sıkılıyormuş... keşke kendi gibi bir rakam olsa da yalnız hissetmese bari kendini diye düşünüyormuş ve hayatını bir işkenceye çeviriyormuş. ama, günlerden bir gün, Sıfırla karşılaşmış Bir... herkesin korktuğu, hiçliğe giden kapı, Sıfır!
önce korkmuş, donakalmış... tam da öyle donakalmış ki, sıfırın gözlerine bakıyormuş doğrudan... dipsiz ama sonsuz hiçliği görmüş gözlerinde Sıfırın... gevşemeye başlamış... anlamış ki korku bir amaç değil bir araçtır... sonra çorap söküğü gibi gelmiş gerisi... sıfırla çok zaman geçirir olmuş bir... hiç konuşulmayan huzur zamanları... rakam ille de çarp beni demezse, çarpmazmış ki Sıfır zaten ve varlığının nedeni, rakamlara özlerini hatırlatmakmış... bu olaydan sonra Bir, herşeye daha farklı bakmaya başlamış... yine etkisiz elemanmış örneğin, ama bundan rahatsız olmuyormuş aksine işine geliyormuş öyle olmak... artık Bir'icik olduğunu anlamış ve bundan çok mutluymuş... yine de, hayat bazen garip şeyler getirebiliyor rakamlara da.. yine kafasını karıştırıyormuş Bir'in, yine içi çalkalanıp bulanıp saçmaladığı aptallaştığı şeyleri çözmek için garip hareketler yapıyormuş.. e o da bir rakam ve hiç bir rakam Sıfır gibi mükemmel olamaz...
2/07/2012
İnorganik Çözümler - Acı ile Başetmek
acı çekmenin tek iyi tarafı, bazen, bazı durumlarda öğretici olması diye düşünüyorum. zaten kişi öğrenmeye niyetli değilse, onbeşmillyon altıyüz seksen beş kere de yaşasa aynı şeyi, öğrenemiyor, yine yine yaşıyor aynı deneyimleri diye düşünüyorum.
ama işte, acı çekmek, çok can yakıcı, çok zaman harcatıcı, çok enerji sökücü, tel bükücü, saç aklaştırıcı, kalp delici, kara delik gibi bişey; yutan yutan ve doymayan.
bir büyü öğrenmek istiyorum. gözümde şöyle bir sahne canlanıyor:
acı içindeki kişi, beyaz ötrülerle kaplanmış masaya uzanır. büyücü ondan acısını tarif etmesini ister. kişi, acısını tarif ederken, gözlerinden akan yaşlar havada asılı kalır ve büyücü onları özenle bir minik şişeye toplar. bu gözyaşları, sonuç ürünün seyreltilmesi için bir kenarda tutulacaktır.
tarife ve gözlemlerine dayanarak, büyücü, acının büyüklüğünü, derinliğini, niteliğini niceliğini tanımlar kafasında. çok pratiktir artık kendisi ve zaten ortamda, bütün duvarlar, milyonlarca renkli şişelerden oluşan raflarla kaplıdır. tanıma uygun büyüklük ve biçimde, kimisi tombul kısa, kimisi tombul uzun, kimisi hem kısa hem ince, kimsi kavanoz gibi, kimisi imbikli, kimisi ibrikli çeşit çeşit şişe içinden, bir şişe seçer büyücü. büyülü sözleri mırıldanırken, elini kişinin kalbine doğru tutar büyücü; önce fiziksel kalbine, sonra karnındaki manevi kalbine... nerede yer aldığına bakar acının: bazı acılar karında, bazıları göğüste, bazıları ikisinde de yoğunlaşabilir. hem kalbi sıkıştırıp nefes aldırmayan, hem karnını burmaktan bıkmayan, midene kramplar sokan iki hali vardır acının. ikisi birden olduğunda, çok güç bir seans olacağının işaretidir.
büyücü, derin nefesler alarak, önce karından sonra da göğüsten şişeye aktarır acıyı. gittikçe rahatlayan kişi, gittikçe derinleşen bir uykuya dalar. genelde, bu uyku sırasında kendilerini cennette hissettiklerini ifade etmiştir kişiler. uyku kişiye ve acıya göre uzayabilir, kısalabilir. Bu uyku sırasında, büyücü, şişeye dolan acıyı ayrıştırmaya koyulur; toplamda elde edilen ürünler içinde ego yarası, kişilik çarpıklaşması, küstahlık, hasret, imrenmeler, kıskanmalar, kendinden uzaklaşmalar, kendini engellemeler, sorumluluk almak istememekler, suçlamalar, kızgınlıklar, herşeyin boşa gitmesine üzülmek gibi milyon tane şeyi barındırır. kişilerin kimisi işten ayrılmıştır, kimisi ölüm acısı içindedir, kimisi aşk, kimisi dost, kimisi kişinin kendi ile kavgasındadır. fakat bilge büyücü, bütün bunları birbirinden ayırmak konusunda uzmanlaşmıştır. bir nefes üfürme ile, bütün ürünler bir kenara ayrılır. bilge büyücü, bu ürünlerin içindeki, "sonunda öğrenilmesi gereken bilgi" özlerini bir parmak şıklatması ile, ayrıştırıp, pompalı bir şişeye doldurur. içeriğe göre renk alır şişedeki sıvı. bu yoğun sıvıya, yine kadim sözlerini mırıldanarak, gözyaşlarını doldurur büyücü. ve içine bir kaç damla sakinleştirici söz damlatır. uyku halindeki kişiye bir kaç damla içirdikten sonra, kişinin rüyasına girer ve ona bilgeliği ile acısında gördüğü detayları anlatır. Sonra beraber rüyadan gerçek dünyaya dönerler büyücü ve kişi. Kişi unutur rüyasında büyücü ile olduğunu ama artık bilinçaltı farkındadır herşeyin.
büyücü elinde tuttuğu renli pompalı şişeyi uzatır kişiye ve der ki, "her gün günde üç kez sık bu parfümü üstüne, özellikle de solumanı öneririm, sıktığın anda, havayı" kişi, muhteşem bir rahatlama içindedir. bir anda, enerji, mutluluk ve anlam veremediği ama anlam vermekle uğraşmak da istemediği bir huzurla doludur artık.
tıpkı büyücünün söylediği gibi, her gün günde üç kez sıkar parfümü üstüne ve solur havayı. her seferinde biraz daha farkındadır kendinin, yaşadıklarının, her şeyin anlamının... şişe bittiğinde, her şey öğrenilmiş ama hiç acı çekilmemiştir; hayat mutlulukla akıp gitmektedir.
gerçekten böyle bir büyü olmasını istiyorum. harika olmaz mıydı? büyük ihtimalle bir sürü yazı yazılmamış, çizimler çizilmesmiş, şarkılar bestelenmemiş olurdu ama, yine de harika olmaz mıydı?
Tabasco Sos
istanbul da, bir plazadaki restoranda çalışan bir garson kız varmış. aynı plazada, büyük reklam firmalarından biri varmış ve bu firmada çalışan pek çok genç beyin de varmış; neşeli tipler de varmış, garip alışkanlıkları olanlar da varmış. reklam ve medya alanında çalıştıklarından büyük ihtimalle pazarlama stratejileri konusunda bir takım bilgi ile donatıldıklarını düşünmek hiç de yanlış olmazmış. bu çocuklar, bol bol tabasco sosu kullanırlarmış, pek severlermiş tadını.
bir gün çok yağmur yağmış, hüngür hüngür ağlıyormuş gökyüzü! sanırım onun da bilinçaltındaki büyük buzul kütle, yazları, küresel ısınmanın da etkisi ile eriyerek ana karadan kopmaya başladığı için sanırım, depresyon belirtileri ancak kışın kendini gösterdiğinden kışları gökyüzü uzuuun uzuuuun ağlarmış. işte öyle yağmurlu bir günde, restoran tıklım tıklım doluymuş çünkü gökyüzünün tuzlu gözyaşları insanları eritecekmiş gibi korkarmış insanlar ve en yakın yerde karınlarını doyurmak isterlermiş.
tıklım tıkış dolu salonda, bir oraya bir buraya koşarak sipariş alıp, yemekleri masalara ulaştırmaya çalışırken bizim garson kız, garip istekleri de karşılamak zorunda kalırmış:
- nişuaz salata istiyorum ama lütfen patates olmasın, onun yerine kaparisi bol olsun
- ben kapris istiyorum ama lütfen ekstra fesleğen sosu koyun ama zeytinyağı olmasın,
-ben penne arabiata istiyorum ama lütfen ekstra kuru domates olsun, ama zeytin olmasın, ama parmesan da isterim, bi de tabasco sos lütfen.
peki efendim, peki, tabii ki ...
ama, usta usta, yani hayatta da usta olan usta aşçı, bütün garsonlardan gelen bu garip isteklere artık dayanamaz olup, bazen hıncını garsonlardan çıkarırmış. ama her daim orada olan patron da, müşteri memnuniyeti odaklı çalışma istediğinden, ve garsonlar, ustalar kadar para kazanamadıklarından bahşiş toparlayabilme derdinde olduklarından, bu isteklerin yerine gelmesi önemliymiş.
neyse, lafı uzatmamak lazım çok;
tabasco sos mu? her haftasonu, bütün acı sos şişelerini, kendi elleri ile, aynı büyük 5 litrelik sos bidonundan dolduran kız, yine de üzerinde tabasco etiketi taşıyan minik cam şişeyi aramış, aramış, aramış ama bulamamış... sonra, herhangi bir acı sos şişesini götürmüş ama pazarlama konusunda eğitim almış olan genç insan "ben tabasco istedim" demiş. ama kız tabasco şişesini bulamadığı için, adamın kulağına eğilmiş ve demiş ki "bir sır vereyim size: her hafta sonu bütün sos, ketçap ve mayonez şişelerini kendi ellerimle dolduruyorum ve sizi temin ederim, bütün soslar aynı, bir farkı yok". genç adam, peki deneyelim demiş, dökmüş sostan ama beğenmemiş tadını. ve demiş ki, "bana tabasco getir, o farklıydı, dün yedim biliyorum!"
hımmmm... bazı insanlar çok tahammüllü olurlar. ben bunun nedeninin, hayatlarında çok tahammül etmek zorunda kalmamalarına bağlıyorum. çünkü herşeyin bir sınırı var ve sınırı aşınca bitiyor olay.
neyse ki kız henüz o kadar tahammülsüz olmadığından "peki efendim" demiş ve bu konu üzerinde başka bişi yapmamış. zaten çok yoğun bir servis saatiymiş. ve günler böylece geçip gitmiş.
zamanla, kız başka işlerde çalışmış, daha çok para kazanmış... sonra kendi ürünlerini tasarlamış. ama içinden bir etiket yapmak gelmemiş hiç...
Yapası öyküsü
Gitgide beyazlaşan ve bu nedenle makyajı daha da çirkin görünmeye başlayan diğer kadın, bitmek üzere olan yapasısının bir kısmını makyaja ayırdığı için çok pişmanlık duyarak, yapasının daha da hızlı tükenmesine neden olarak, bi çare ikna etmeye çalışmış ev sahibini fakat, git gide grileşmiş elbiseleri. sonunda, olduğu yerde yığılı halde ölen ev sahibine aldırmadan, son damla yapasısı ile internetten sipariş vermeye çalışmış fakat kredi kartının şifresini unuttuğundan, şifresini yenilemesi için gerekli 10 adımlı işlemini tamamlayamadan o da ölmüş.
Akşam eve elinde 5 paket yapası ile gelen ev sahibinin kocası, evde karşılaştığı sahneyi görünce, dayananamış ve üzüntüden bir oturuşta 5 paket yapasıyı birden bir güzel mideye indirmiş. Fakat, herşeyin fazlası zarar olduğundan, bütün yediklerini istifra etmeye başlamış. Bütün yapasısını, üzüntüsü ile 4 kat daha çabuk tükenen adam da, zavallı, olduğu yere yığılıvermiş ve bu hikaye de burada bitmiş.
Olay yerine gelen, yapasısı tükenmek bilmeyen detektif, başkanı kırmızı hattan arayarak "insanları, yapasılarını nasıl kullanacakları konusunda eğitmezsek, gidip yapası alamayarak ölüyorlar" demiş. Bunun üzerine başkan, yapası üreten firmalara açıklayıcı bilgilere paketlerinde daha çok yer vermeleri gerektiğini söylemiş ve yapasısının bir kısmını yitirmiş. Firma sahibi ise, yapasıya doğrudan kaynaktan bağlı olduğundan hiç bir sorun yaşamadan, hesap kitap yapmış ve paketlerde gidecek mürekkep gideri ile senede eğitimsizlikten yapasasız kalarak ölen insanlardan kaybedecekleri karı hesaplayıp, eğitim bakanlığını arayıp, bu konuda okullarda daha kapsamlı eğitim verilmesini rica etmiş ve yapasının paketine %2 zam yapmış.