10/12/2024

Beyaz Atlı Pamuk Prens

bir beyaz atlı prensle karşılaştım... az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, buldum sonunda onu. sonra, aradan zaman geçti, dünya kazan biz kepçe, döndük dolandık; bir baktım, "beyaz atlı pamuk prens" olmuşuz ikimiz de.

sonra, bir baktım hayatın peşinden koşarken, koca etekler ayağıma dolanır, pelerinim suratıma kapanır olmuş, çıkarıp bütün bu şatafatlı kılıfları, devam etmeye çalışmışım yolda. ama bu arada, pamuklar havaya saçılmış, bizi ısıtan bişey kalmamış. sonra dönüp pamukları aramaya başladım. bir baktım, prens de kaçmış. sordum kuşlara, nereye gitti diye, kötü büyücünün kulesini gösterdiler... koştum koştum prensi yakalamaya bir de ne göreyim,  prens saçlarını kuleden uzatmış... tuttum saçları, tırmandım tırmandım, ofladım pofladım, çıktım tepeye kadar... tam vardım ki tepeye, ne göreyim; meğer beyaz atlı pamuk prens, peruk takmış bir Rumple Stiltskin miş!

"çok terlemişsin, istemem seni",  dediği gibi bırakmaz mı peruğu! boşlukta süzülürken, ıslık çalıp atımı çağırdım; dedim ki, atım kurtarsın beni de hemen süreyim onu, uzaklaşayım buralardan. Tam eğerden tutacaktım ki bir de baktım beyaz at da pamukmuş zaten, olduğum gibi yere çakılayazdım ama hemen uyandım... meğer bir kabus görmüşüm :)

hemen yüzümü yıkadım, aynada gözlerime baktım... gözbebeklerimde uçmayı öğrenen kendimi gördüm... belki bir sonraki macerada, bir kartal eğitmeni, denizaltı kaptanı, uzayda koşmayı öğrenen kadın, kahramanlara pelerin diken ve dikerken de koruma büyüsü yapan büyücü veyahut gerçeklik bükücü bir şifacı filan olurum :) kim bilir?

 

 

11/13/2022

boşluğa düşmek

üstünde durduğum zemin kaydı, sevgilimle beraber evim, kedilerim ve köpeğim, bahçem ve çiçeklerim, arkadaşlarım, geleceğim, geçmişimle beraber uzayda bilmediğim noktalara doğru uçarlarken kim ne yöne gitti, nereye doğru gidecek bilemezken, 


zaman büküldü: o, geçmiş, gelecek ve bugün, karışmış ince bir altın zincir gibi çözülemez hale geldi ve patladı…


düşmeye başladım…

ilkin inanmadım düşüyor olduğuma, bunu korkulu bir rüya sandım. sonra olanları tekrar tekrar hatırladım ve anladım gerçekten düşmekte olduğumu. o kadar hızlı ve büyük bir düşmekti ki bu, kendimi atmosferden geçerken yanan bir meteor sandım. 


çırpındım, debelendim, yoruldum, kendimi ‘düşmek olmaya’ bıraktım. o zaman yanan meteorun gönlümün ortasından içimi yakan acı olduğunu anladım.

- ‘yanarak geçiyor içimden ve geriye yanık boşluk kalıyor!’ dedim. 


hayatın anlamını kaybetmek kadar yoğun bir hissi vardı boşluğun.

- ‘boşluğu anlamla ve kendimle doldurmalıyım’ dedim. 

- ‘boşluğu zamanla ve kendinle dolduracaksın’ dedi biri.

- ‘zamanı yaşayarak lif lif ayıracaksın, gözyaşlarınla iyice ıslatacaksın ki yumuşayacaklar’ dedi. 

- ‘sonra kızan yüreğinin ateşi ile kurutacaksın onları, ne çok ıslak, ne çok kuru. zamanın lifleri olduğu için anın geldiğini bilecekler ve artık kızmayacaksın. ’sadece anda kalıp yaşayarak aldığın liflere artık yeni anılar dizme zamanı gelmiş olacak, tane tane, boncuk boncuk’ dedi.

- ‘o renkli boncuklarla bezediğin iplerle öreceksin içindeki boşluğu.’ 


ailemi ve arkadaşlarımı seçebilmeye başladım gözlerimdeki sisin arasından, adımı çağırıp sesleniyorlardı. seslerini duydum uzaklardan ve yakınlardan: çağrılarıyla düşmeyi yavaşlatıyor, çarpmak yerine konmak için yol göstermeye çalışıyorlardı. tutundum seslerine ve ellerine, yardım ettiler anda kalarak yaşadığım kısa zamanlar kazanmama. kazandığım zamanlardan toplamaya çalışıyorum lifleri ince ince, henüz çok güçsüz, çok kırılgan, narin ve kısalar. onların ellerini tutuyorum her fırsatta, içime doldurdukları şefkatle dingin anlar iliklerimi okşuyor. kendimi hatırlıyorum. yine de zaman zincirinin patlayan parçaları düşüyor ellerime, gözyaşlarım dökülüyor liflerin üzerine. kırılan zaman zincirinin parçalarını eritiyorum kalbimin sıcağında, sevgi ve şefkatle, andan topladığım liflerin içine ince ince işliyorum onları. eski zamandan kalan parıltılar da olmalı örgümde…


- ‘hiç olmayacak, hiç kapanmayacak gibi acıtıyor’ dedim. 


- ‘bunun tek yolu, zamanda kendini bulmaktan, kendini zamanla eğirmekten ve yeniden ve yeniden örmekten geçiyor’ dedi. 


- ‘biliyorsun, bildiğini biliyorum, bunun tek yolu bu’ 

- ‘biliyorum. bu defa kızgınlıkla ve öfke ile değil, sevgi ve şefkatle öreceğim’ dedim.


içimdeki boşluğu öreceğim. gözyaşı, acı, zaman, zamanın kırılan altın tozu parçaları ve kendimle öreceğim. sesiyle adımı çağıranların sesini, elimi tutanların ellerini şefkatle sararak öreceğim kendimi.


- ‘konacak, uçacak ve tekrar konacaksın. sen düşerken, konarken ve uçarken hep yanında olacağım’ dedi…


11/28/2016

Adet Öncesi Sendromu - Premenstural Sendrom Ne İşe Yarar

Sevgili rahim sahibi insan (kadın demek yetmeyecek, belki aramızda translar da vardır),

İki hafta sonra 36 yılımı şu dünyada ve özellikle bu memlekette doldurmuş olacağım. Bir süre öncesine kadar adet öncesi sendromun, yani bütün o şişliğin, gerginliğin, saçmasapan hallenmelerin, bağrış çağrışların ne işe yaradığına dair hiç bir fikrim olmadığı gibi, bir de lanet okuyordum kadın olduğuma, belki de doğurmayacağım bir bebe için bu kadar sıkıntı çektiğime, içime şeytan girmiş gibi davranıldığına, söylediğim-yaptığım herşeyin ciddiye alınmayıp(bazen kendim tarafımdan hatta) "adet görceksin di mi?" diye dalga geçilmeye... ve fakat sonunda olayı çözdüm sanırım.

Bütün bu sıkıntıların bir nedeni varmış meğersem: kendini senden alıp uzaklaştıran o "erkek" dünyaya rağmen kendini bulma şansı!

Şöyle anlatmaya çalışıyım. Burada yer vermeye hiç niyetlenmediğim hormonuydu, ödemiydi, kıllanmasıydı, taşlanmasıydı gibi fiziksel bir takım etmenlerden çok daha değerli ve daha psikolojik bir durumdan bahsediyorum.

Normalde o kadar çok şeyi yüklenip, o kadar çok tahammül ediyoruz ki hayata, ede ede bi hal oluyoruz. Sonunda, o fiziksel-fizyolojik zımbırtılar olduğunda, bir anda o omuzlarımızdaki yükler ağır geliyor, her gün gülümseyerek geçiştirdiğimiz şeyler batıyor.
Nasıl gelmesin, nasıl batmasın?

Arkadaşım, aynı işi yapıyoruz ama aynı ücreti alamıyoruz! İkimiz de eve yorgun geliyoruz (ister kardeş olsun, ister akraba, ister eş-sevgili ya da neyse işte), ama yemektir, bulaşıktır, çamaşırdır; çile anam çile! üstüne üstlük, bir de verdiğin emeklerin hiç bir değeri yok, zaten zorundaymışsın gibi! ne lan bu, köleliğin modernize edilmiş ve bilinçaltında filizlendirilmiş hali! Hayır, bu kadarla bitse iyi, bir de tavizler, tacizler ve çok geniş bir yelpazeye yayabileceğimiz şiddet türleri var: ekonomik, cinsel, psikolojik; sokaktan, okuldan, iş yerinden tut evin içine, babana abine eşine kadar herkesler başetmek zorundasın sürekli!

Haydi diyelim ki, çok zengin, eğitimli, müthiş başarılı bir kadınsın ve bunların hiç biri ile birebir karşılaşmayacak kadar şanslısın(mümkün değil bu ülkede, hiç bir şey olmazda "ay yumurta bile kıramıyormuş" diye ortadan beşyüze kırıverirler yürekcağızını, "boyalı şempanze" diye büküverirler dokuzyüzseksenaltı yerinden insanı ama diyelim ki şanslısın yine de olmuyor bunlar); lan bu memlekette masada yoğurt yok diye öldürülen bir kadın var, şu an için 212 sayısını gösteren bir anıt sayaç var, tecavüzcüsü ile evlendirilen kadınlar ve tecavüzcüsünün kadına verecek parası yok diye öldürülen çocuklar var bu memlekette! bütün bunları duymak - bilmek yetiyor zaten iken;

Demem o ki bal kadınım, can kadınım, bir tanecik engin arkadaşım,
bil ki, insanların seni şeytanlaşmakla suçladığı, saçmalamakla suçladığı, "kendin olmaktan çıkmak"la suçladığı şeyler, senin, gerçek kendini görebilmen ve ona ulaşabilmen için altın değerinde göstergelerdir.

Çünkü aslında, sen, nerede nasıl güleceğini bilirsin, işlerini nasıl yapman gerektiğini bilirsin, nasıl giyineceğini, pişirmek isteyip istemediğini, ne iş yapmak istediğini, nelere kadir olup olmadığını, neleri sevip sevmediğini; nasıl yaşamak istediğini bilirsin! ve bütün o bağrış çağrışlar, çıkışlar, isyanlar, gerginlikler boşa değil; sana o bildiğin, ama bildiğin halde omzuna yüklenen milyon şeyle bastırdığın seni hatırlatmak için; bütün o öğretilmiş-genlerine işlenmiş "erkek dünya"ya karşı seni sana çağırmak için varlar ve inan bana kutsallaştırabileceğim tek şey neredeyse o adet öncesi sendromdur :)

Bu minik isyanlar, çıkışlar, adet diye geçiştirilse de, sen topla kenara onları, al cebine. Bak bakalım normal zamanda ne hissediyorsun onlarla ilgili; ama normalden daha ihtiyatli; sen misin, onların öğrettikleri mi o çıkışları şeytanlaştıran? Sen isen gerçekten o, yükselt isyanını; yürü oradan!
Seni sorun çıkardığın için suçlayacaklar; yılma! Sorunlar iyidir; çözüm üretmeyi gerektirir, yaratıcı süreçlerdir: istediğin hayata doğru gitmenin adımıdır onlar. Baktın çözülüyor; sorun çıkarmakta istediğin kadar yaratıcı olabilirsin! Ta ki çözüm çıkmayana kadar: o zaman da bil ki, orası senin yerin değildir. Orası ister baba ocağı - ana kucağı olsun, ister yarin göğsü, ister arkadaşının omzu; orası senin sen olabileceğin yer değildir, canım kadın! kaç oradan! bir an önce, geç olmadan kaç! git ve kendine aslolan seni şeytan görmeyen insanların olduğu yeri yarat: kendini ve kendi dünyanı!







3/28/2015

karı dırdırından kurtulmanın en kolay iki yolu



















hep çok itici bulunan, çoğunlukla "çok konuşan ve kafa ütüleyen" kadınların gerçekleştirdiği eylem. hatta öyle ki bir xsözlükte "bir kadının yapabileceği en büyük hata" yazıyor.

erkekler hep şikayet ediyor "dırdırından bıktım", "ne bu dırdır?"

ey sıkılgan adamlar, sizlere dırdırdan kurtulmanın en kolay yolunu sunuyorum, iyi dinleyin!

iki basit yöntem vardır dırdırdan kurtulmak için: birincisi sevgiliniz olan kadını duymamaya, anlamamaya çabalamak için harcadığınız enerjinin bir kısmını önce kendinizi sonra karşınızdaki insanı anlamaya çalışarak harcadığınızda, büyük ihtimalle sorun kendiliğinden çözülecektir. dikkatinizi çekerim, "karşınızdaki insanı" dedim.

çok yeni birşey değil, değil mi sizin için: kadın, insandır ve tıpkı siz erkeklerin olduğu gibi arzuları, istekleri, düşünceleri, hassasiyetleri, kırılganlıkları vardır. kadın, öznesi siz olan değil, kendisi olan bir canlıdır. sizler edilgen bulduğunuz için, istediğiniz zaman özne, istemediğinizde çöpe atabileceğiniz, arzularını, düşüncelerini, hassasiyetlerini görmezden gelebileceğiniz nesneler değildir kadınlar. bir ilişkiye girdiğinizde, bağ kurmayı, sevilmeyi, şefkat görmeyi, bağlılığı, güvenilmeyi, etkilenmeyi, pohpohlanmayı, canınız çektiğinde sevişmeyi istediğiniz ve bunlar karşılanmadığı taktirde arıza çıkarmayı bildiğiniz gibi, karşınızdaki insanın beklentilerini de ciddiye almanız gerekir. çünkü ilişki kurmak demek iki kişilik bir işteş fiildir ve iki öznesi vardır ve istemediğinizin farkındayız ama iki insan bir araya gelince, birbirlerine karşı bir takım sorumlulukları vardır; en başta iletişim kurmak gibi. sizin duvarlarınızın, korkularınızın, yaşanmışlıklarınızın sorumlusu sizsiniz ve gerekirse bunları aşmak için çaba sarfetmek de sizin sorumluluğunuz; bunu hiç bir kadın veya erkek kişi sizin yerinize yapamaz. ve bir şey daha, kadın, sizin beklentilerinizin kölesi değildir. bu nedenle önce kafanızın içindeki erkekle yüzleşin, farkındasınız ya da değilsiniz, yaşam boyu öğrendiğiniz kodlarla hareket ettiğinizin ve erkek olarak elinizdeki erki kullandığınızı kabul edin, kendinizle yüzleşin: sokaktaki herhangi bir adamdan hiç bir farkınız yok!

ikinci yöntem daha da basit aslında: kendini özne olarak gören bir kadınla beraber olmayın. çok basit. kendinize arada sırada sevişeceğiniz bir "fuck buddy" bulun ve sorunlarınız ortadan kalksın. zaten bir ilişki yükü taşımak istemeyen insanların çooook çok önce buldukları çözümdür bu. siz de yapın, çekinmeyin.

ama olur mu? siz hem güzel, hem belli bir karizması olan, yer yer mistik, yer yer agresif, genel olarak muhalif, entellektüel olarak kapışmak istediğinizde size cevap verebilen, mümkünse eteğinde çeşit çeşit öyküleriyle hayatınızı renklendirecek, iyi müzik dinleyen, hem şefkat gösterecek, hem iyi sevişecek, hem kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş, kendi dünyasını kurmuş bir kadınla olmak istersiniz, size böyle bir kadın yakışır. "hem klasik bir ilişki" kurmak istemezsiniz, ama hem de klasik bir ilişkiden beklenen herşeyi beklersiniz. hem sizin gibi sorgulasın ama kendini özne hissetmesin ve bir özne olmanın gerektirdiği gibi konuşmasın. hem aşık olsun, doyamasın, ama hem de bunu göstermesin. hem özgür olsun, hem de bağlı olsun. bütün isteklerinizi karşılasın, ama hiç bir talebi olmasın.

siz ne olduğunuzun ve istediğinizin farkında mısınız? bir kadının kendini ifade etme çabasına dırdır diyerek, karşınızdaki insanı nasıl aşağıladığınızın, nesneleştirdiğinizin, kişiliğini yoksaydığınızın farkında mısınız? bu söylemle hareket ederek, farklı olduğunuzu, evrimleşip sıyrılmış olduğunuzu sandığınız bütün o "erkek" güruhundan hiç farklı olmadığınızın? bu nesneleştirmenin, yeşerttiğiniz öfkeyi tutmak ve yutmak zorunda kalmanın nasıl bir şiddet olduğunun farkında mısınız peki? peki yukarıda saydığım bütün bu özelliklere sahip olmanın getirdiği, kendi kendini evriltmek için harcanan çaba sürerken, toplumsal cinsiyet rollerini bir yandan reddederek ve bu reddedişin toplum tarafından sürekli yargılanmak-eleştirilmekten tutun sözlü-fiili tacizlerine cevap verirken, bir yandan kendi içinde öğretilmiş kalıpları keşfedip kırmaya çalışarak kişinin zaten kendine belli oranda uyguladığı şiddeti nasıl üçe beşe katladığının? an gelip, bütün bu çabaları sorgulamak zorunda kalmanın ağırlığının?

şu sözü arkadaşlarımdan ben çok duydum: "önce kadınlığını bırak, insan ol."

şimdi ben size diyorum: önce erkekliğinizi bırakın, insan olun!




2/04/2015

bilemedim kara gözlüm, seni sorun'ca


sorun çıkarma konusuna takıldım çünkü bir süredir "sorun çıkarmak" ile ilgili uzun uzun düşünmem gerekti. sonunda şuna karar verdim:

sorun çıkarmak nasıl bir şey biliyor musunuz? aslında süper güçleri olan birşey sorun çıkarmak. ama çözüm arayan devingen beyinler için. sorun çıkarırsanız, çözüm üretebilirsiniz: büyük potansiyeli var bi kere... üstelik, çözüm için inanılmaz yaratıcı fikirler de üretebilirsiniz.  sorun çıkaralım çıkaralım çözelim bence. hem de boş yere, durduk yere. sırf o yaratıcı potansiyeli kullanabilmek için hatta!

ama, niyet önemli yine burada: sorun yaratmayı kötü bişi gibi algılar ve çözmeye niyetli olmazsak, bütün o güzelim potansiyel enerji gelir ve herşeyi dağıtır, öldürür... enerjinin kendisi öyle, bu belirleyebileceğimiz bişi de değil...

süper güçler söz konusu olunca, kontrol edilmesi önemli tabii ki. sorun çıkarmak gibi özel bir gücü kontrol edebilmenin iki basit kuralı var: 
  1. sorun çıkaran kişiye/kişilere güvenmek, niyet sorgulamamak.
  2. çıkarılan sorunun mutlaka bir çözümü olduğuna inanmak ve çözümü bulabilmek için güzelce düşünmek, gerekirse uzunca, dikkatlice. tabi bunu yapabilmek için sezgilerin, duyguların ve beynin hazır ve ayık olması gerekiyor ne yazık ki.
bu iki şeye dikkat ederseniz, mutlaka yaratıcı ve güzel bir çözüm üretebilirsiniz bence.

aslen, sorun çıkarılmaz... ortada bir sorun vardır, tespit edilir, ya da yoktur. tespit edilebiliyorsa, ifade bulabilir. ifade bulan bu sorunu çözmek isteyen birileri vardır ya da yoktur. büyük ihtimalle çözmek istemeyen, uğraşmak istemeyen birileri, diğerlerini sorun yaratmakla suçlayarak kendi yüklerini hafiflettiklerini sanıyor olabilirler. ya da bu sorunları bazı noktalara varmak için kullanıyor da olabilirler belki. belki de hiç orada olmak bile istememişlerdir, bilemiyoruz...

çözüm üretmeye üşenen insanların en önemli özelliklerinden biri de, sorunu çözmek yerine, iyice kitlemeye çalışmaları ve "bak, bu çözülebilecek türden bir şey değil işte" diyerek, çözüm üretmemek için harika bir ortam yaratmalarıdır. bunu gerçekleştirebilmek için, satranç oynuyormuş veya savaşıyormuşcasına, ifade edilen sorun karşısına başka bir sorunu dikerler. ne kadar ayırarak tane tane çözmeye uğraşsanız da nafiledir artık. o uzuuuun, çin seddi gibi kalenin ardına saklanmış fille göz göze geldiğiniz anda kaçıp gitmiş olmanız gerekirdi. geçmiş olsun. artık bu noktadan sonra çözüm filan yok, unutun bütün bildiklerinizi, topuğunuzu kıçınıza vura vura kaçabilirsiniz...

neyse, keşke herkes çözüm bulmak için sorun çıkarıyor olsaydı, belki başka dünyalar da mümkün olabilirdi...

1/16/2014

Ey Susmak

dün annem mutteşem yüzyıl izlerken girdim salona. şöyle bi şiir okuyodu sülüman, pek sevdim, hatta "oha" dedim:

----------

ey susmak,

benim özüm sensin,


sevdiğimin perdesi de sensin,
susmanın en kıymetsiz lütfu
insandan, korkunun da ümidin de yok olup gitmesidir.
insan kaderin getirdiklerine karşı susarsa,
şikayet etmezse,
onda ne korku kalır, ne ümit.

beni kederlerle, belalarla yıkmadıkça, harab etmedikçe allah,
bendeki gizli hazineyi hiç bana verir mi?
beni coşkun bir sele kaptırmadıkça,
nasıl olur da beni çeker ihsan denizine götürür?

ben, aynayım.
ben aynayım.
gevezelik eden, söz söyleyip duran kişi değilim.

ben sustuğum için siz benim gönül feryadımı duyamazsınız.
ancak kulaklarınız göz kesilirse
benim perişan halimi görür, anlarsınız.

---------


devamında artık insan egosundan nasibini almış bişiler diyordu, o kısımı sevmedim ama belki anlamamışımdır…

sonra Cibran geldi:

ACI

Ve bir kadin, 'Bize acidan bahset' dedi.

Ve o cevap verdi:

'Aciniz, anlayisinizi saklayan kabugun kirilisidir.

Nasil bir meyvenin çekirdegi, kalbi Günes'i görebilsin diye
kabugunu kirmak zorundaysa, siz de aciyi bilmelisiniz.

Ve eger kalbinizi, yasaminizin günlük mucizelerini
hayranlikla izlemek üzere açarsaniz, acinizin, nesenizden
hiç de daha az harikulade olmadigini göreceksiniz;

Ve kirlarinizin üstünden mevsimlerin geçisini kabul ettiginiz gibi,
ayni dogallikla, kalbinizin mevsimlerini de onayliyacaksiniz.

Ve kederinizin kisini da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.

Acilarinizin çogu sizin tarafindan seçilmistir.

Aciniz, aslinda içinizdeki doktorun, hasta yaninizi
iyilestirmek için sundugu 'aci' ilaçtir.

Doktorunuza güvenin ve verdigi ilaci sessizce ve sakince için;

Çünkü size sert ve hasin de gelse, onun elleri
'Görülmeyen'in sefkatli elleri tarafindan yönlendirilir.

Ve size ilaci sundugu kadeh dudaklarinizi yaksa da,
O'nun kutsal gözyaslariyla islanmis kilden yapilmistir.'

ve sonra AŞK geldi:

"Sorularımı kim yanıtlayabilir? Sorularım kendi içimdeki için; kendi kendime cevaplamak istiyorum. İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir? "
"Neden kendimi beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten, hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum? "