1/06/2014

iki insan bir noktaya bakar dururlar,
herkes kendi gördüğüne doğrudur der ya.
benim için benim hayalim doğru be insan,
senin için senin hayalin doğrudur ey can,
senin için senin hayalin doğrudur ey can...

insana yön göstermek çok zor be ey can,
ruhun alabildiğini aklın anlamaz.
senin yüreğinde yatan en doğrusu can,
senin ruhunda yatan en doğrusu can.

bu bir masal bir hikaye değil be ey can,
doğada var bu gerçekler anla be ey can.
doğa sana tüm gerçeği söylüyor ey can,
doğayı anlamazsan çok zor be ey can,
doğayı anlamazsan çok zor be ey can...

senin doğan senin ruhun, saygı göstersen,
sevgini hiçbir zaman eksik etmesen,
aklın gücü ruhuna yetmez be ey can,
aklın gücü doğana yetmez be insan.


arto tunçboyacıyan- herkes kendi bildiğine doğru der...

1/02/2014

yıldız ağacı

Uzay zaman içinde, yollar hayal peşinde, ütopyalarla gerçeklikler arası bağlarda, minik bir gezegen varmış…
bu gezegen, akıl almaz olaylar yaratabilirmiş; kimi zaman muhteşem güzellikler, kimi zaman üzücü öyküler; birine göre güneş salına salına ışır, başka birine göre kara bulutlar gökyüzünü sararmış… bizim buralardaki fizik kuralları orada işlemezmiş… herşeyin oluşu tamamen gezegen sakinlerinin hislerine, rüyalarına ve hayallerine göre gerçekleşirmiş. hatta, öyle ki aynı anda aynı yoldan giden iki farklı kişiye yolda neler oldu diye sorsanız, çok başka öyküler anlatabilirmiş bile! kimisinin endişesi tek boynuzlu bir canavar olarak karşısına dikilirken, bir başkasının sevinci, papatyalar ve gelincikler olur süslermiş yolu… bazen etrafına mini mini konfeti baloncuklar saçan kuşlar geçerken, bazen çiçekler osuran ama korkunç bir ejderha ile bile karşılaşabilirmişsiniz… gezegenin sakinlerine sorsanız, kimisi bu yolculukları her haliyle çok sever, yolları keşfe çıkarmış; kimisi de pek öyle gezmekten haz etmez, minik güzel kulübeleri ve komşuları ile takılarak keyif çatmayı severlermiş… hepsi de güzel, hepsi de kendi halindeymiş…

"yolcu" sakinelerden biri, bazen yolda oturur ağaçları seyre dalar, onları bir şeylere benzetirmiş… aslında, o ne hayal etse, ağaçların o şekle girdiğini unuturmuş bile bazen…
bir gün, kendini dinlenmeye çektiği, patikalardan birinde giderken, cılız bir ağaca raslamış. bu patikadan daha önce geçtiği halde onu hiç farketmemiş ve bu yüzden hem şaşırmış hem de içini bir merak salmış. daha yakınına gitmiş ağacın ve yaklaştıkça daha da güzel gelmiş ağaç gözlerine… "neden bu kadar cılızsın" diye sormuş kadın, bakmış ki biraz su ve biraz yeni toprak gerek… ona su ve toprak taşımış yolu oradan geçtikçe. her gittiğinde, ağacın yaprakları altından birer yıldız parlamaya başlamış ve kadın, yıldızlı ağacı çok sevmiş; kadın sevdikçe ağaç güzelleşmiş.

-bu kadın, her zaman "yolcu" değilmiş… eskiden de bir ağacı ve ağacın bahçesinde bir kulübesi varmış. yanlış okumadınız! kulübeyi oraya yapmasının nedeni, ağacın kendisiymiş. yine arada küçük gezintilere çıkarmış herkes gibi. bir gün bu gezintilerden birinde, bir kabusla karşılaşmış. bu kabusla boğuşurken, kulübenin izini kaybetmiş ve ardarda geçtiği kötücül yollarda giderken, artık dönecek bir kulübesinin olmadığını çünkü ağacın gerçekten var olup olmadığını hiç bilemeyeceğini hissetmiş… gezegenin doğası gereği, olan her şey hayal ve his meselesi… yaşadığı bu şeyler kadını çok üzmüş, farketmediği halde, yıllar sonra bile onu korkutan-acıtan yaralar bırakmış… sonunda, dönecek yeri olmadığına göre, yepyeni hayaller kurup, yepyeni yollara çıkmış ve böylece "yolcu" olmuş…-

zaman içinde yaşadığı kabusları ve kötücül yolculukları unuttuğunu sanan ve mutlu mutlu yıldız ağacına koşan kadın, ağacın yıldızları parladıkça ve içini ısıttıkça, çıktığı yolculuklardan dönüşlerde zorlanmaya başlamış. bir an önce ağaca varmak istediği halde karşısına kocaman zırhlı ejderhalar çıkıyor, karabasan isimli o karanlık ve korkunç yaratık yoluna tuzaklar kuruyor ve sürekli canını yakıyormuş. kadın, bu kabusların nedenini biliyormuş: unuttuğunu sandığı o yolculukları tekrar yaşamaktan korktuğu için, şimdi, sürekli yeni yeni kabuslar türetip duruyormuş. yine de, her kabusta bir parça daha iyileşip, bir parça daha güzel hayal kurabilmeye başlamış… hatta, belki uzun yolculuklara çıkmak yerine, yakın yolculuklarla yetinmeyi düşünmeye başlamış. işte, tam böyle düşünürken, ağacın yanına varmış; kendi kabusları ile uğraşmaktan besleyemediği ağacın yapraklarını solgun, yıldızlarını sönük bulmuş. anlayamamış önce, neden böyle olduğunu… sonra konuşmuş onunla, yola çıkmamış yanında kalmak için. dibinde oturup güzel hayaller kurmuş yıldızların ışıklarını beslemek için, şarkılar söylemiş, öyküler anlatmış… ama nafile çünkü ağacı beslemek için bu kadar uğraşırken, hep onu kaybetmekten korkmuş… korktukça işe yaramaz hale gelmiş şarkılar ve hayaller… korku gittikçe büyümüş; büyüdükçe yırtıcı avcı kuşlar saldırmaya başlamış. avcı kuşlar, ağacın yıldızlarını koparıp koparıp mideye indirmişler… kadın, korkusundan kurtulmuş, ama artık ne yıldızlar varmış, ne ağaç…

12/18/2012

Ey Türk Erkeği; Ne Ekersen Onu Biçersin!

memleketimizde erkek kısmısının "türk kadınları da çok nazlı, çok kaprisli arkadaş" şeklinde başlayıp uzayıp giden konuşmalarını duyunca bütün sinirlerim ayağa kalkıyor.

elbette sosyolojik, antropolojik ve hatta ekonomik boyutlarını işinin ehli olarak araştıran insanlar vardır ve onlar daha tarafsız yorumlar yapabilirler ancak ben burada, bir kadın olarak kendi hissiyatımı bir kenara atamayacağım. istemeyen okumasın...

türk kadınları nazlı ve kaprisli olmayacaktı da ne olacaktı? kadınlara verilen değer, onların cinsel obje görünmesinin getirdiği bir takım alma-verme meseleleri ile bağdaşmışsa, ve alamadığınız şey peşinde koşan, avını elde edince(evlenerek ya da sevgili olarak ya da hiç bir şey olarak, hiç farketmiyor ama sadece evlenince ölünceye kadar kan emiciliğiniz devam ediyor) paramparça yiyip bitiren bir kafa ile davranıyorsanız, başka ne bekleyebilirsiniz ki? tabii ki kaçacak, naz yapacak, kapris yapacak kadınlar, kendilerini değerli hissetmek için...  hayır, karşınıza bildiğiniz kalıplara uymayan bir kadın çıktığında davranış biçiminiz ne yönde oluyor da, şikayet ediyorsunuz?

bütün bütün olay, kendinizi bir başka varlık üzerindeki iktidarınız üzerinden tanımlamak olup, başka bir açıdan değerlendirmeyi becerememiş olmanızdan kaynaklandığını düşünüyorum. nitekim, en hızlı-kaliteli düşünce üretebileninizden, entellektüel birikimlere sahip olanınıza kadar, paylaşabilmek ve üretebilmek, kendi derinliklerinizin farkına varabilmek gibi değerlerle var ediyor olabilseydiniz kendinizi, "kaçmak-kovalamak" gibi bir takım döngülerden çıkarabiliyor olabilirdiniz; kendi değerinizin gerçekten farkında olabildiğiniz için... bu durumda, karşınızdaki ile paylaşabileceğiniz tek şeyin, üzerinde iktidar rüştünüzü kanıtlamak olmadığını da farkederdiniz. bu da karşınızdakine değer verme biçim ve motivasyonlarını çok farklı kılardı diye düşünüyorum.

velhasılı, içinde olduğunuz döngüyü kırmadan ya da en azından nasıl kırılacağını tartışmaya girmeden, şikayet edip edip, aşağılayıcı bir takım esprilerle ve küfürlerle konuşup, insanın kulaklarını tırmalamayınız...

11/03/2012

DON KAFA DON

modern zaman içinde, bitmap vektör peşinde, kafamın içindeki jant telleri, jimnastikçi hipopotamlara dayanamayıp kopmak üzereyken... bazen düşündüğüm şeyleri söylememek, boğazımda,
hıçkırık geçsin diye biri korkuttuktan sonra kalan şaşkın yarımlık hissinin ağırlığını bırakıyor.
bence, hıçkıra hıçkıra ağlamak deyimi buradan geliyor. aglarken içinde tuttuğu herşeyi bırakıyor ya insan, o yarım kalan hıçkırıklar da o anda "oh beeee" diyip rahatlayıp atmosferle buluşuyor.
evet, evet, böyle olmalı...
kafam allak bullak... siyasete değinmeyeceğim demiştim bu blogda ama:
bugün 53. gün, geri dönüşü olmayan zararlar ve ölümler bekliyor... ve ben burada oturup şımarıkça yazıyorum...

9/29/2012

GOLGE GOLGE SOYLE BANA!

ben herşeyim ve herşey bense, yani aslında ben diye bişi yoksa, bütün varsa bir tek, şimdi bunu okurken elini başının üstüne götürüp kafanı kaşıdığını düşündüğüm için ben şimdi, sen okurken, sen de elini başının üstüne götürüp kafanı, en olmadı burnunu kaşıdın mı?

bi sayı tut içinden. gerçekten! yazının sonunda söyleyeceğim sayı mı acaba tuttuğun sayı?

farkeder mi? gerçeklik nedir? gözlemci gerçeği gözleyebilir mi ki? gözlemci gözlemeye başladığında algılar da değişmez mi?

ged'in gölgesine sarılması... ama ondan önce ondan korkması, büyüklerinin onu saklaması gölgesinden, sonra korkuyla beklemesi, beklemekten vaz geçip peşine düşüp araması, yanında gelen arkadaşının şefkati ve sonunda hiç kimsenin algılamadığı bir gerçeklik içinde onu bulması, ona sarılması ve artık "bütün" bir insan olması...

mükemmellik kavramını tanımlayan iki şey söyle deseler, bir onun öyküsünü, ikincisi de bruch'un keman konçertosunu söylerim şimdi... şimdiki algıma göre... yarın başka bişi söyleyebilirim tabii ki, bu hakkımı her zaman elimde tutmak isterim...

------zorlamak ve zorlanmak... bir işi zorla yapmak ya da zor olan bişiyi yapmak çok farklı şeyler. kendimi pek çok konuda bişiler yapmaya zorlanmış hissediyorum. zorunda olmaktan ötürü. bazen gönlümüzün aktığı şeyler konusunda kendimizi daha çok dinlesek hayatın daha akışkan ve berrak olacağını düşünmekten alamıyorum kendimi. 

zorlamak istemem kimseyi. en kötüsü, birisini bir konuda bir şeyler yapması için zorlamak zorunda olmak... bu şöyle bişey: beraber yol yapmak için sözleştiğin birini yolda seninle sağ kalabilmesini sağlamak için üstüne düşen şeyleri yapması konusunda zorlamak... insana sorumluluk yükleyen ve zor yapılan aynı zamanda istenerek yapılmayan bir iş... herkes istedediği şeyi yapsa-yapmasa, hiç kimsenin zorlanması gerekmez ve zorlama olmaz hiç bir şey... ama yolda gidilebilmesi için yapılması gereken asgari şeyler varsa, paylaşılması gerekmez mi? en azından öylesi bir durumda olanları ve sonuçları kabul etmek daha kolay olabilir belki...-------

şimdi de herşeyin böyle olmuş olmasının bir nedeni olsa gerek diye bakıyorum... "olan" şeyler kendince olup bitiyor işte. koca evren dönerken bir insanın başına gelen şeyleri hiç umursamıyor bile... hem zaten "iyi ki böyle olmuş" diyoruz ya, "olanı" kabul etmek ve yola devam etmek gibi görünse de, aslında çok ikiyüzlü buluyorum... çünkü öbür türlüsü olsa ona da iyi ki öyle olmuş derdik... çünkü eninde sonunda bizi mutlu edecek taraftan bakmayı becerebilen yaratıklarız. 

peki bu gerçekten mutlu olmak mı yoksa teselli bulmaya çalışmak mıdır?

hiç de bile "iyi ki böyle" olmadı! hiç bi zaman bişilerin sonunda kötüsünü isteyerek yapmayız... yani kötü veya iyi de algımıza göre değişir ama kötü olduğunu düşünmesek aslında, iyi ki böyle olmuş da demeyiz yani değil mi? aslında güzel umut dolu hayallerle yaparız birşeyleri, kendimizce bir takım anlamlar yüklemişizdir yaptıklarımıza... uzun soluklu emek dolu yol sonunda, istenmeyen son geldiğinde ise, sanki bu olan şeyler hiç dokunmamış, rahatsız etmemiş gibi "iyi ki" deriz.

hayır yav, "iyi ki böyle" olmadı! kötü oldu işte! belki bazen derdimizi dinliyormuş gibi yapan, paylaşıyor görünen birileri söyler bize bunu... aslında daha derinlemesine inerek tokatlamaya cesareti yoktur da, iyi ki diyerek geçiştirmek ister... ya da yaran taze bir de ben deşmiyim der alttan alttan...

iyi ki demek riyakardır, samimiyetsizdir, aldatandır ve egomuzun aklımızla elele tutuşup gözümüzü kör ettiği, herşeyi geçiştirdiğimiz yerdir.

iyi ki diyerek geçiştirdiğimiz şey yaşamımız ve yaşama kattığımız anlamlar halbuki... geçiştirmek istemiyorum bunu... çocukken yaşadığımız travmalar bizi şekillendirdiği için "iyi ki" denemez... büyürken aldığımız yaralara sonunda öğrendik diye "iyi ki" diyemeyiz. koca insanlar olduğumuzda yaptığımız hatalara ya da başımıza açılan işlere "iyi ki" denemez... bebek düşünce "iyi ki" nasıl denir? dedim işte! halbuki olanı oturup hakkını vere vere irdelemek ve acısını-yasını yaşamak gerek... iyi ki diyerek görmezden gelmek mutlu etmez çünkü gerçekten, anlık teselli verebilir ancak... sonunda, gerçekten sindirdiysek belki nötr bir sesle şöyle diyebiliriz "böyle oldu". tuttuğun sayı ya üç ya da beş olabilir bence... 

9/21/2012

eylül ekim ayları, paslanır akıl bagları!

dadan dan dadan! geçen 4 senedir eylülle başlayıp ekimle biten bir takım olaylar karşısında çok güçlü durulabileceğim konusunda bu kadar ikna olmuşken, meğersem daha tekne kazıntıları varmış temizlenmesi gereken...hele ki son iki senedir ağustos sonunda başlayan huzursuzlanma ve kalp sızıntıları ve sıkışmalarının anlamlarına dair emin olmasam da yaklaşık bir fikre sahip olabildim sanırım... "bişey olcak anneeciiiim" diye korkarken, "bişiler olmuştu, amanın" diyerek, aklımın dimağımın durma derecesinde kilitlenebiliyor olması ne garip... atlattım sanıyor insan... sonra birşeyler oluyor ve hop diye su üstüne çıkıyor koca bir buz kütlesi, çözülmeyi bekleyen...
düşünmek ve anlamaya çalışmak iyi hoş tabii ki... yine de belki de bazen hiç düşünmeden ve sorgulamadan; baş etmeye çalışmadan, bir şey öğrenmem gerek diye kasmadan;  sadece insan olduğumuz için acı çektiğimizi hatırlayıp sonuna kadar yaşamak gerekiyordur acıyı... hatta belki de gerçek anlamda baş etmemizi sağlayacak ve "seneye bir kez daha hatırlatmayacak" tek yol budur, kim bilir.
aslında bu ayların çok güzel olması gerekiyordu yahu... yine de ilk baharı daha çok seviyorum...


9/19/2012

ASLINDA BIR KONU VAR - 2

bir önceki versiyonda şunu söylemiştim: "o'sensei ueshiba'nın da dediği gibi, acaba karmaşayı çözmek için tam ortasına mı girmek gerek mesela? " zaten karmaşa geliyor eliyle ayağıyla ve çözülmek sorunda kalıyor sanki...

doğruları çizerken nasıl davrandığımı tam olarak göremediğimi anladım. insan, içinde bulunduğu hissiyat ve hal içindeyken, o "an ve durum" için doğrularını çiziyor işte. bir yanlışın tam karşıtını yapmak, doğru olmuyor örneğin. bir örnekte kötü sonuç almak, o şeyi yanlışlamıyor. her durumun bileşeni birbirinin aynı olmuyor mesela. ama bunu anlamak için on tane yanlış yapmak gerekebiliyormuş benim için. 

şimdi bakınca, önceden yazdığım bir sürü şeyi sadece anı olarak saklamak gerektiğini düşünüyorum. "doğrusu şöyledir, böyledir" diye anlattığım pek çok şey, belli bazı durumlarda yine doğru olabilir tabii ki, inanç sistemlerinin kendi içindeki tutarlılıklarını takdir etmek gerek. yine de, şimdi bakınca düşündürtse de, nafile "kontrol altında tutma, korunmaya çalışma, kaçma" çabaları gibi geliyor kendi adıma... ailelerimizin "benim olmadı yavrumun olsun" diyerek herşeyi önümüze sermelerinde yaptıkları hata gibi... bir şeyden duyduğumuz rahatsızlığı, o şeyleri düzenlemek yerine tamamen ortadan kaldırmak ya da tam tersini yapmakla kendimizi nasıl daha da dar sınırların içine sokuyoruz... "ailemle sıkıntım var, madem öyle ailem olmasın" demek gibi... "aidiyet beni bozdu, hiç ait olmayayım" demek gibi, "evlilikler boktan sonuçlandı o zaman hiç evlenmeyeyim" gibi, "okul hayatımızı bok etti, hiç kimse okula gitmesin" demek gibi... halbuki hepsinin düzenlenebilir ve yeniden tanımlanabilir olması mümkün, değil mi?

bütün doğrular arasında bir tane denge noktası olmayabilir yani. dengeyi bulmak amaçlı davranınca da belki, gözlemcinin etkisi ile bütün dengeler yitebilir... akıp gitmek, dengesizken de yapılabilir belki...

acaba düşünmeyi bilmiyor muyum cidden yahu? 

9/13/2012

SIFIR YUTAR, BIR BAKAR!

bir "Bir" varmış. Bir, Beş'e çok özenir ve onun gibi olmaya çalışırmış... bunun nedeni onu çok sevmesi ve söylediği herşeye çok değer vermesiymiş; çünkü herkes Beş'e o çok sevimli ve değerli biri gibi davranırmış. ama Beş de bir rakam olduğundan mükemmel değilmiş. aslında Sıfır hariç hiç bir rakam ya da sayı mükemmel olamazmış istese de. hiçlik herşeyin geldiği ve gideceği tek yerdir çünkü ve kimseye bir zararı yoktur. Sıfırın tek kötü yanı, diğer rakamların gözünde, çarpma işleminde herşeyi yutmasıymış. arkasından herkesin "işte yutan eleman geliyor..." diyerek homurdandığını duyarmış. kendisi mekanlara girmeden önce gelen şen kahkaha sesleri kesilir, ortama ağır bir ciddiyet hakim olurmuş...

Bir'in öyküsüne döneyim, sıfırdan çok bahsedeceğim daha... Beş de mükemmel değildir tabii ki; siz o kocaman yuvarlak karnının çok yemek yemekten olduğunu mu sanıyorsunuz? insanlarda çok yemek karın şişirebilir ancak rakamlarda durum biraz farklıdır... aslında o kocaman şiş karın, Beş'in kocaman egosudur. örneğin Dokuzun bir zamanlar çok güçlü bir egosu varmış... çok aşağılar, çok yüceltir, çok sinir bozucu olabilirmiş ama yaş farkından dolayı bütün rakamlar ona saygılı davranmaya çalışırlarmış. günlerden bir gün, dokuzun bir kuyunun yanında dinlenirken, bir kelebek gelip burnuna konmuş. "ben inek miyim, git ineklerin burnuna kon" diye kelebeği kovalamaya çalışırken dengesini yitirip kuyuya düşeyazmış. tek eliyle kuyunun kenarına tutunup kendini kaldırmaya çalışıyormuş. ancak heyecandan ve başına gelen öfkeden çılgına döndüğü için elleri terlemiş ve yavaş yavaş aşağıya kaymaya başlamış. işin kötü tarafı, Dokuz farkında değilmiş ama o kuyunun bir özelliği varmış: kuyu su kuyusu değil, ruhları boyutlar arasına sıkıştırıp hapseden bir kapıymış. neyse, bütün çarpık işler ve karmaşaların düzenleyicisi sıfır tam o anda kuyunun başında belirmiş ve yardım etmek istediğini söylemiş. Dokuz, düşerse ruhunun sonsuza kadar boyutlararası yerde sıkışacağından ve huzur bulmayı beceremeyeceğinden habersiz, Sıfıra terslenmiş. "bugün ölmeyeceğim ben tamam mı, beni hiçliğe gönderemeyeceksin! zaten başıma gelenler yeterince kötü, bir de sen gelme üstüme" diye bağırmaya başlamış. o zamanlar  dokuzun bacakları da oldukça tombulmuş, handiyse Sekiz le ikiz gibiymiş, ama o kadar dengeli değilmiş... Sıfır, Dokuza, kuyuda onu bekleyen tehlikeyi anlatmaya çalışmış. onu yutmak gibi bir niyeti olmadığını ve elindeki ipe sıkıca tutunursa yukarı çıkmasına yardım edeceğini söylemiş. ancak Dokuz o kadar inatçıymış ve küstahmış ki, "tuzağına düşmeyeceğim tamam mı!" diye bağırmaya başlamış. derin bir nefes alan Sıfır, bu arada ipe ilginç bir düğüm atıp, kement yapmış. "ne olur ne olmaz, ipi sarkıtıp bacaklarından geçirirsem bunun koca kafası takılır, ben de çekerim yukarı" diye düşünmüş. tam o sırada, karnı acıktığı için midesi gaz yapan boyutlararası yer, hafifçe geğirmiş. fakat Dokuzun dengesi iyice kaybolmuş ve tam düşecekken sıfır onu kurtarmış. Dokuz, günlerce titreme nöbeti geçirdikten sonra, kendine gelmiş ve artık boynu biraz daha eğik, bacakları da daha sıskaymış. pratikte olmasa da kafasında bir şeyleri fark etmiş olması nedeniyle kendini yüceltmeye devam ettiği için, koca kafası olduğu gibi kocaman kalmış.

ancak Beş hiçlikle veya boyutlararasının mide gazıyla başbaşa kalmamış. çok ilginç olaylar gelmiş başına evet, çok ilginç ve beklenmedik şeylerle yüzleşmek zorunda kalmış, doğrudur... ama onun o dümdüz kafası yok mu, hiç eğilip bükülmeyen kafası, o koca göbeğini görmesin diye aklını kullanıp dümdüz gösterirmiş kendini... aslında Beş çok iyidir, çok tatlı bir rakam olabilir istediğinde, eğlenceli de olabilir... ama işte kafası-aklı dümdüzdür onun... herşey onun aklının gösterdiği gibi olmalıdır. eğer aklının çizgisine paralel gitmiyorsa diğer rakamların akılları, onları görmezmiş bile... bu nedenle de, hep aynı şeyleri yaşar durur ancak bir gram değişmezmiş... bizim Bir de işte koymuş kafasına, herkes bire özenli davranıyor, iyi davranıyor diye, ona benzemek istermiş...

ey Bir! bir dönüp bak kendine! hiç ilgin alakan var mı senin Beş'le! Bir, dışarıdan çok zavallı görünür. etkisiz eleman işte sonuçta. tek istediği şey sevilmek garibimin... bütün rakamlar onu sevsin diye o kadar çok çaba sarfediyor ki, cıscıbıl incecik bir şey... ama burnu var onun da... dik bir burun, ne Beş'in ne Yedi'nin dik akıllarına paralel, ne diğerleri gibi yuvarlak, yumuşak... bir tek dörtle uyuşur bir hali var biraz... aslında, bu tam 45 derecelik açıda olması burnunun onun hem avantajlı hem de dezavantajlı olduğu kısmı da, bunu farketmesi uzun yıllar aldı... bu açı ona bütün diğer rakamların gözünden dünyanın nasıl bir yer olduğunu gösteriyor. empati diyebiliriz aslında sanırım, morfolojik avantaj kaynaklı manevi empati... hatta öyle bir şey ki, Bir'in neredeyse etkisiz eleman olmasının nedeni bu açı! örneğin bir gün Yedi gelip Üçten şikayet ediyor, sonra da Üç gelip Yedi'den yakınıyor. Bir, ikisine de hak veriyor aslında, çünkü ikisinin açısını da anlayabiliyor. Üç çok yuvarlak kafa, çok düşünüyor, ancak tek yönlü egosu nedeniyle çok saçmalayabiliyor. (üçün akıl ve gövde göbekleri aynı yöne bakar dikkat ediniz)... Yedi düz kafalı düz mantıklı bir rakam... Üçün söylediği bazı şeyleri anlayamıyor, özen göstermiyor... yazık... aslında evliliklerindeki en büyük problem, hangisinin daha asal sayı olduğu konusunda uzlaşamamış olmalarından. Bir, şöyle söylüyor ikisine de, " ikiniz çok farklısınız, ama uzlaşmak zorunda da değilsiniz... hanginiz daha asal diye sormayın, ikiniz de asalsınız, bu yüzden berabersiniz.. keşke güçlerinizi birleştireseniz, o zaman çok çeşitli ve güzel bir hayatınız olurdu!" ama ikisi de bunu anlayamıyorlar ve sanki Bir bir uzaylıymış gibi bakıyorlar ona... birin derdi bir tane değil... kendisini sevdirme çabası bir yana, kendisinin neyi sevip neyi sevmediğini iyi bilir... ayrıca başkalarının da neyi sevip sevmediğini anlaması daha kolay olur. bu nedenledir ki, Bir, kendi istemediği şeyleri başkasına yaşatmamaya, yapmamaya çalışır. Çoğu rakam onun kafasının nasıl işlediğini anlamadığından pek, anlam veremezler onun böyle davranışlarına, "eziksin sen", "niye böyle eziksin sen" diyip dururlar Bir'e.. Halbuki bunun ezik olmakla bir ilgisi yoktur, kendine değer vermemekle de ilgisi yoktur: kendisi nasıl davranış görmek istiyorsa öyle davranıyordur... ancak, herkes onun gibi olmadığından, kendi kendine yarattığı doğrular-yanlışlar ve olan biten arasında çok kalmış bir. çoğunlukla da yalnız kalmış, yalıncacık... neyse ki onu taşıyan güçlü bir kaidesi var ayaklarının altında... bu kaide ona kendini hatırlatıp durduğu için şanslı gerçekten. yoksa kaybolur giderdi Bir de...

Velhasılı, bir etkisiz eleman olmaktan çok sıkılıyormuş... keşke kendi gibi bir rakam olsa da yalnız hissetmese bari kendini diye düşünüyormuş ve hayatını bir işkenceye çeviriyormuş. ama, günlerden bir gün, Sıfırla karşılaşmış Bir... herkesin korktuğu, hiçliğe giden kapı, Sıfır!

önce korkmuş, donakalmış... tam da öyle donakalmış ki, sıfırın gözlerine bakıyormuş doğrudan... dipsiz ama sonsuz hiçliği görmüş gözlerinde Sıfırın... gevşemeye başlamış... anlamış ki korku bir amaç değil bir araçtır... sonra çorap söküğü gibi gelmiş gerisi... sıfırla çok zaman geçirir olmuş bir... hiç konuşulmayan huzur zamanları... rakam ille de çarp beni demezse, çarpmazmış ki Sıfır zaten ve varlığının nedeni, rakamlara özlerini hatırlatmakmış... bu olaydan sonra Bir, herşeye daha farklı bakmaya başlamış... yine etkisiz elemanmış örneğin, ama bundan rahatsız olmuyormuş aksine işine geliyormuş öyle olmak... artık Bir'icik olduğunu anlamış ve bundan çok mutluymuş... yine de, hayat bazen garip şeyler getirebiliyor rakamlara da.. yine kafasını karıştırıyormuş Bir'in, yine içi çalkalanıp bulanıp saçmaladığı aptallaştığı şeyleri çözmek için garip hareketler yapıyormuş.. e o da bir rakam ve hiç bir rakam Sıfır gibi mükemmel olamaz...